Birçok tavsiye üzerine aldığım, heyecanla okumaya başladığım ancak büyük bir hayal kırıklığına uğradığım eser Semerkant

Eser iki bölüm, iki farklı hikâyeden oluşuyor. İlk yarıda Hazar Denizi'nin doğusunda şu an Özbekistan sınırları içerisinde kalan Büyük Selçuklu Devleti'nin gözde şehirlerinden Semerkant'ta Nizamülmülk, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah üçlüsünün dostluğunun nasıl düşmanlığa dönüştüğünü anlatıyor. Bana göre en gerçekçi yanı Hasan Sabbah'ın sinsice yaptığı planları ve Terken Hatunun hırsı.

Eserde Büyük Selçuklu Devletine en parlak dönemi yaşatan Melikşah, eşi Terken Hatunun elinde bir kukla, Atabeyi Nizamülmülkten korkan bir çocuk ancak diğer bilim adamlarının yanında üstünlüğünü göstermek için Atabeyi ile dalga geçmekten geri durmayan bir küstah olarak anlatılmış.

Önce Sultan Alparslan sonrasında ise oğlu Melikşah'a atabeylik yapan, Büyük Selçuklunun en gözde bilim ve siyaset adamı, Nizamiye Medreselerinin kurucusu, bilim adamlarının koruyucusu, devletin bütün nizamını sağlayan, kılıktan kılığa girebilecek hafiyeler yetiştirip güçlü ordular kuran Nizamülmülk Atabey Hasan, sırf Melikşah'ı kıskandığı için onu öldürtmek isteyen bir zavallı olarak anlatılıyor. Üstelik Hasan Sabbah, Terken Hatun ve Melikşah tarafından sözde suikaste kurban giden Nizamülmülk. Yazık ki Melikşah atabeyi öldükten sonra 40 gün bile yaşayamayıp Batınîler tarafından o da öldürülüyor.

Hasan Sabbah kurnaz, zeki, çevik, tam bir siyasetçi. Bence büyük bir tertiple gizli teşkilatını kurabilsin diye devletin önemli mevkilerine getirilen, başa geçemeyeceğini anlayınca devleti yıkıp yerine devlet kurmak için Batınileri kuran ve gözünü kırpmadan kendini öldürebilecek adamlar yetiştiren sonunda da yalnız ölen korkunç adam Hasan Sabbah.

Ve Nişaburlu Ömer Hayyam. Batınilerin Hz. Ömer'e düşmanlığı yüzünden adı Ömer olduğu için dayak yiyip işkence gören ama diğer taraftan da saygıyla anılan Ömer. Döneminde kitap yazacak kadar iyi matematikçi, Celali takvimini hazırlayan, dönemine ve sonrasında damga vuran astronom, tarihçi, filozof, Türk şiirinin en güzel rubailerini yazan şair. Ancak eser de rasathaneden çıkmayan deli, sevgilisi Cihan'ın koynundan çıkmayan zinakâr, içki kadehi elinden düşmeyen ayyaş olarak anlatılıyor. Ve eserin ilk yarısı bahsi geçen herkesin ölümüyle bitiyor. Geriye kalan sadece Ömer Hayyam'ın rubailerini yazdığı "Semerkant Yazması" oluyor.

İşte ikinci yarıysa Benjamin Lasge'nin dilinden 1900'lerin başında bugünkü İran sınırlarında başlayan meşrutiyetçiler ile sözde şeriatı savunan ancak şeriatle hiçbir ilgisi olmayan mollaların arasındaki savaşta ne aradığı pek de bilinmeyen, İran şahının yeğeni olmasına rağmen meşrutiyetçilere destek veren Şirine olan aşkından gittiği İran'da verdiği mücadeleyi anlatan, bir yandan da Ömer Hayyam'ın rubailerini yazdığı orijinal yazmaya ulaşmak için Şirin'le olan Benjamin Lasge. Sonunda Semerkant Yazmasını da yasak aşk yaşadığı Şirine de ulaşan Benjamin Lasge. 1072'de Ömer Hayyam'ın rubaileri ile başlayan hikâyenin 1912'de "TANRININ BİLE BATIRMAYA GÜCÜ YETMEZ!" dendiği Titanik Gemisi ile okyanusun dibine batan Semerkant Yazmasıyla, o yazmanın kayboluşunu kabullenemeyen Şirin'in Lasgeyi terk edişi ve Benjamin Lasgenin akıl sağlığını kısmen kaybedişiyle sonlanan eser Semerkand.

Enteresan olan tarafıysa birçok tarihçiye göre Büyük Selçukluyu en güzel anlatan eser diye bahsetmelerine rağmen aslında gerçekle pek de ilgisi olmayan eserin bu denli çok sevilmesi. İşte bu yüzden çeviri eserler hep dikkatle yaklaştım.

Kusura bakmayın ama ben özüme üstü kapalı küfreden adamları da eserleri de hiç sevmedim.

Dilerseniz Ömer Hayyam'ın bir rubaisi ile son verelim.

 "Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz

Kuklacı felek usta, kuklalarda biz.

Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;

Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz."

 Vesselam.

                                                                                                                                                                                                                                                             Tuğba Gül