Kronolojik olarak üçüncü Sabahattin Ali öykü kitabı Ses. Beş öykülük, nispeten daha ince bir kitap bu.

Sabahattin Ali öykülerinde kadın karakter sayısı azdır ve genellikle kadınlar ikinci plandadır. Öykülerindeki kadınlar, tarlada ve bahçede çalışan; çamaşırla ve ev hizmetiyle uğraşan tiplerdir. Köy öykülerindeki kadınlar evlerine ve eşlerine bağlıdır. Sabahattin Ali "Kazlar" öyküsünde hapiste olan eşini rahat ettirebilmek için komşusunun kazını çalan kadının hapse düşmesi olayını anlatır. Öykülerinde güçlü ve çekici görünen kadın sayısı az da olsa vardır. Bu kadınlar genellikle toplumca yadırganan yönleriyle ele alınır. İstanbul'da geçen öykülerinde ise güzel ve varlıklı kadınlara rastlanır. Öykülerindeki çocuklar ise genellikle bir fon değerindedir.

Öykülerindeki memur karakterleri genellikle yoksul, geçim sıkıntısı yaşayan, silik ve etrafınca fazla önemsenmeyen insanlardır. Memurlar genel olarak dürüst ve adil olmayan bir şekilde davranır. Bir dönem Almanca öğretmenliği de yapan Sabahattin Ali, öykülerinde öğretmenlere de yer verir. Öğretmenlerin iyi yanlarını daha çok göstermekle beraber olumsuz yanlarına da değinir. Doktor karakterleri ise genellikle çıkarcı ve duyarsız bir görünüm verir.

Hikmet Altınkaynak’a göre; Coğrafyanın kaderinin, bireyin kendi kaderi olduğunu bilen ve bu kaderin ortaya çıkardığı ebedî kederi her öyküsünde işleyen Sabahattin Ali, Anadolu gerçeğini, metinsel gerçeklik düzleminde de bütün çıplaklığıyla yansıtmayı başarmıştır. İnsanı, bütün türleriyle ve bu türlerin bütün özellikleriyle okurun zihninde silinmez izler bırakarak anlatan Sabahattin Ali, yöneticinin-yönetilenin, ezenin-ezilenin, ağanın-köylünün, zenginin-fakirin, memurun, jandarmanın, esnafın, tüccarın, işçinin, çocukların, hapishanelerin-hırsızın; ölümün-yaşamın, aşkın-ayrılığın, sevincin-kederin, tabiatın-şehrin, kuşların, ağaçların, suların ve daha nicesinin şiirsel öyküsünü ortaya koymuştur. Yaşadığı zamanın izdüşümünü öykülerine taşırken kültürü, yaşama biçimlerini, eğitimi, inancı, değerleri, zevkleri de anlatma noktasında “samimi” davranmıştır. Çünkü Sabahattin Ali için “sadece hayat ve insan” vardır. Bu “hayat ve insan”, “bin türlü tezahürüyle bugün realist, yarın romantik, öbür gün natüralist olan” bir değişim, bir dönüşüm ya da ontolojik anlamda bir döngüdür. Sabahattin Ali’nin anlatılarındaki bu insan gerçekliği, bir izm’ler ürünü değildir. “Realist olacağım diye hayatta vakıa hâlinde bulunan romantizmi inkâr etmek saflık olur.” diyen Sabahattin Ali, hakiki realizmin “samimi olmak, yalan söylememek” olduğunu vurgular.

“Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın önünde, yan yatmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu için çehresini tamamen görmeye imkân yoktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalarıyla kaplıydı. Sazının uzun sapı, şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında, canlı bir mahluk gibi titriyordu…”

Ali’nin anlatılarında mekân, bireyin varoluşsal korunağıdır, dayanak noktasıdır. Bu durumu örnekleyen öykülerinin başında “Ses” öyküsü gelir. Ancak bu öyküde önemli farlılıklar da mevcuttur. Söz konusu öyküde mekân, samimi olmanın temellendirdiği bir ontolojiye sahiptir. Çünkü daha derinlere inildiğinde, metne dikey bir okuma gerçekleştirildiğinde mekân değişse de mekânın ontolojisi Sivaslı Ali için değişmez. Zira Ali, bütün mekânlarda yurtsuzdur.

Anlatıcı/yazar ile bir müzisyen arkadaşı, Beyşehir’den Konya’ya yolculukları esnasında kamyon Barsakderesi denilen bir yerde bozulur. Kamyonun tamiri sırasında etrafa dağılan yolculardan anlatıcı ile arkadaşı, akşamın karanlığında yol amelelerinin çadırından yükselen saz sesiyle irkilirler. Saz eşliğinde duydukları “harikulade bir erkek sesi”nin büyüsüne kapılırlar. Türkü bittiğinde bu sesin sahibi olan Sivaslı Ali’yle tanışan anlatıcı vearkadaşı, onu Ankara’ya davet edeceklerini söyleyerek kamyonun tamir edilmesiyle birlikte yola devam ederler. Ali, bir zaman sonra konuşulduğu üzere Ankara’ya çağırılır. Onu bir ses yarışmasına sokarlar. Ancak yarışmanın yapıldığı mekânda (odada) Ali’nin, daha önce ömrü boyunca hiç görmediği, ne olduğunu bilmediği piyano karşısında bazı sesler çıkarmasını isterler. Nitekim Ali, yarışmayı kazanamaz. Sazını satar, onu yol parası yapar ve geri döner…

Ses isimli öykünün başlangıcından;
“Bizi Beyşehirden Konya’ya götüren kamyon Barsakderesi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin alına sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motörün alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı bir takım memeleri yerlerinden oynatıyordu.
İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Yolcular birer birer atlayıp dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor, ve o dinlenmek için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa:
“Bitti mi?” diye heyecanla soruyordu.
Daha az meraklı birkaç yolcu ile ben ve arkadaşım boğazın garp tarafına, gölge bir yere doğru yürüdük ve birer taşın üstüne oturup beklemeğe ve etrafımıza bakınmağa başladık.
Kamyonun durduğu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarında iki çadır ve bunların etrafında birkaç kazma kürek ile bir el arabası vardı. Daha uzakta ise taş kırmakla ve kum taşımakla meşgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.
Güneş arkamızdaki sırta gömüldükçe, karşı taraftaki tepenin üzerine serpilmiş bulunan çam ağaçlarına gitgide kırmızılaşan bir ışık yolluyor, vadiyi süratle artan bir loşuğa terkediyordu. Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere mırıltıya benzer seslerini duyurmağa başlıyordu.
Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun yanında biraz durdular ve şoföre bir şey lazım mı, diye sordular. İçerisinde boş yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe telaşları artan ve mütemadiyen şoföre söylenen bizim yolculardan iki kadını adlı. Konyaya götürdü.
Diğer yolcular grup grup oturmuşlar, bir şeyler anlatıyorlardı. Bizim yanımızda bulunan ve buraya yakın köylerden birinde bakkal olduğunu söyliyen tahta ayaklı bir ihtiyar kalkıp otomobile gitti, çuvalını sırtladı, şoföre birkaç küfür savurduktan sonra yola düzüldü.
Adamakıllı akşam olmuştu. Yol amelesi çadırlarına dönerek ateş yakmağa başlamışlardı. Bizim kamyon şosenin bir kenarında muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu. Şoför ve muavini, üstleri yağ ve toprak içinde, yüzlerinden siyah terler damlıyarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapıyorlardı…”

Yarışmada Ali’nin ses’ini bulamaması, kendi “dilinin güçlü yersizyurtsuzlaştırılması”ndan kaynaklanır. Çünkü “kendisinin olmayan bir dilde” sınanmıştır. Böylece Ali, “kendi öz dilinin göçebesi, göçmeni ve çingenesi” olur. Ali’nin dili yerini yurdunu kaybeder, kendi dilinde bir yabancıya dönüşür. Kendi öz dilinin göçebesi konumuna düşen Ali, anarahmi gibi sığındığı doğadan, “beşikten” alınır ve “gergin bir ipte” sınanır. Ancak Ali, kendi varoluşuna ait olmayan bütün öğelerden soyunarak kendi içindeki gurbete/anarahmine dönmüştür. Bu daimî gurbette insanoğlu bir ses ile var olur. Bir ağlama sesi duyulur ve yaşamın sonsuz döngüsü başlar. Ali, bu döngünün çıkardığı ses’tir.

Yalnızca Ses öyküsü için bile okunabilecek bir öykü kitabı bu. İyi okumalar dileklerimle…