Japon kültüründe yeni, parıldayan şeyler değersiz sayılır, eski eşyalara kıymet verilirmiş.
Benim de anılarına değer veren kırık kalpli bir büyükannem vardı. Ona ‘Şükriye Anne’ derdim. Sonbaharda havalar serinler, ağaçlardan kopan yapraklar tıpkı rüyalardaki gibi bilinçaltının kuytuluklarına savrulurken, bir fotoğraf albümü alıp pencerenin kenarına otururduk. Şükriye Annem bana aile geçmişine dair hikâyeler anlatıyordu. Anıların cazibesine kapılmamın temel sebebi budur sanıyorum.
Fakat büyükannemle kutsal toprakları gösteren bir divanda, böyle yana yana oturmakta hissiyatıma iyi gelen yanı çok sonraları anladım. O evde siyah beyaz fotoğraflar, eskiliği ile dikkati çeken duvar halıları, biblolar ve antika değer taşıyan onlarca eşya vardı. Bir kısmı hala gündelik kullanıma yarayan bu eşyaların içinde, fotoğraflara bakarak, hikâyelerini dinlemekte bir teselli buluyor, kafamın içinde, uğultulu tepeler gibi yükselen bir sessizlik açılıyordu. Çünkü eşyaların da tıpkı insanlar gibi uyuklayan bir belleği olduğunu seziyordum. Bazı bazı Şükriye Annem anlatırken odanın içindeki nesneler canlanır, mutlu bir esrarın aramızda dolaştığını duyardım. Benim açımdan, mutlulukla birbirine bağlanan bu anı tortularının anlamı neydi? Kendi hayatım ve hayallerim o hikayelerle nerede birleşiyordu? Kuşkusuz yaşlı kadından işittiğim hikayeler kafamda binlerce meşale gibi parlayıp harekete geçen hayalimi peşinden sürüklüyordu. Derken yaşlı kadın hikâyesini apansız kesip ruhunu kaybetmiş kendi çağdaşlarını kınar, hafızalarımızı boşalmaya ant etmiş yenidünyanın nesnelerine ve teknolojisine düşman kesilirdi. Kuşkusuz toplum olarak bir çeşit körlüğe sürüklendiğimizi ima ediyordu.
Bu durum uzun seneler böyle devam etti. Şükriye Annemle derin acılar, mutlu anların mahrem dünyasında birçok yolculuklar yaptık. Yaşım ilerliyor, romancı muhayyilem gittikçe gelişiyor, yaşlı kadında anlatmaya devam ediyordu. Bazen aynı hikayeyi üst üste anlattığı bile olur ama bana hep değişik görünürdü; bazen de ne kadar konuşursa konuşsun kafamın içinde bir sessizlik açılır ve bütün âlem de o sessizliğin içine gömülürdü.
Şimdi yıllar sonra, aslında tüm bu hikâyelerin biraz da bana ait olduğunu anlıyorum. Çünkü hepsi de içe dönük bir suçlulukla karışıp ruhumu kendine çeker, büyükannemin kırık kalbinin acısına ortak ederdi. Bir gün şöyle düşündüm: “Onu böyle, gönlünün sırlarını açmaya itekleyen dürtü nedir acaba?”
Sonra bir gece de düşünceler içinde uyanıp bir sigara yakmak için yatağımdan kalkarken: “Herhalde duygu aldanışları…”dedim. Çünkü büyükannemin anlattığı hikâyelerin hepsinde doymayan sonsuz arzuların bir inkisarı ve yıkılışı vardı. İspatı da şu ki birçok defalar sözünün bitiminde, Neşet Ertaş gibi:”Ah! Yalan dünya!” diyordu. Bu ifade duygu hayatının bir aldanıştan ibaret olduğunu, zevkten bıkkınlığa, bıkkınlıktan zevke giden nöbetleşe bir hareket olduğunu düşündürdü bana. İşte Sığıntı isimli romanımın ana fikri böylece çıkmıştır.
DEVAMI GELECEK YAZI DİZİSİNDEDİR