Geçenlerde hava çok güzeldi ve ben de çocukluk arkadaşlarımdan biriyle mutlu bir parkı gezmeye gittim.

Belki etrafımda bulunan insanlar benim hissettiklerimi hiç hissetmemişlerdir ama ruhumun bir parçası, çocukluk yıllarımdan bildiğim o parkta gibiydi! Senelerdir bezgin bir kalple, kitaplar arasında yalnız bir ömür sürmüş, ihtiyar bir duygusala dönmüş olsam da, nihayet bir ruh taşıyordum ve tabiat da bu ruhun gıdasıydı. Memleketimden ayrıldığımdan beri geçen uzun seneler boyunca parkın pek değişmemiş olduğunu fark ederek keyiflenmiştim; keşke hayatım da hiç değişmese, her şey seneler evvelki gibi kalsaydı! Belki o zaman bu kadar karamsar olmazdım. 
     Sık çamlardan yayılan buruk, baş döndürücü kokular benliğimi bir bulut gibi sarmıştı ve şunu içtenlikle söyleyebilirim ki, uzunca bir zamandan sonra gerçekten mutluydum. Demek mazinin de kendine göre bir güzelliği vardı ki, böyle canlı bir mazi bana, orada “merhaba” demişti.  Özellikle hayatımın ilk yıllarındaki hissiyatın, aslında hala içimde dipdiri yaşadığını, beni hiç bırakmadığını, tıpkı park alanı gibi öylece kaldığını ve o sırada dışarı taşmak için, her fırsatı kolladığını anlamıştım. Sanki seneler sonra yeniden, o parkı ziyaret etmekle, çiçek kokuları, kuş sesleri ve sinek vızıltıları arasında, çocukluk günlerime dönmüş, gözümün önüne çok daha net hatıralar gelmeye başlamıştı. Fakat hepsi değil, nedense hepsi değil… 
      Büyük annem çocukluğumda beni, bazı çok sıcak gecelerde bağ evinde uygun bir yere serdiği hasır bir yatak üzerinde yatırıp kaldırırdı. Böyle gecelerde başımı yukarı diker, göğün karanlığında parlayan yıldızlardan bir tanesini kendim, bir tanesini de…
     --------- 
     Yalnız, burada bir boşluk var, çünkü zannedersem, hafızamda da bir boşluk var! 
     Evet, aman yarabbi! Kim için seçerdim ki!
     Belleğimde bir isim ya da resim belirmiyordu. Belki de gözümün önüne gelenler, gelecek olanlar, parlayıp sönen bir yıldız gibi kaybolmak zorundaydı! 
     Satırlarımı okuyanları meraklandırdığımın farkındayım, biliyorum, evde kalmış bir kız kadar kuruntulu biriyim çünkü ben. Fakat şimdi durmak zamanı değil, duramam, açacağım bir sırrım varmış gibi, durmadan dinlenmeden, sizlere ilk yıllarımı anlatmaya devam edeceğim. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum ama yapmak zorundaymışım gibi hissediyorum. 
     Çocukluğumda karamsarlık nedir bilmediğim için hayat, ruhumun önünde alabildiğine tatlı, göz alıcı bir parlaklıkla yüzerdi ve hayal ve hayat gücüm, etrafımdaki diğer çocuklardan biraz fazla gelişmişti. Bu sebepten en fazla mesut olanlar, hemen daima çocuklar değil midir? Ancak ilk gençliğimden çıkıp da, yetişkinliğe doğru yürürken, birçok arkadaşlarım bana hafızamda her nasılsa meydana gelmiş boşluklar olduğunu söylediler. O gün yanımdaki arkadaşım da bir psikiyatrdı ve aynı ilkokuldan mezun olmuştuk. Dostumda bu boşlukları kafamda uydurduğum hikâyelerle, adeta yedi kubbeli bir hamam kurarak doldurduğumu keşfetti. Çünkü hakikaten çocukluğuma ait kısacık bir dönemi anımsamıyordum ama bir takım gizemli ve garip hikâyelerle unuttuğum kısmı hemen tamamlıyordum. Ne var ki o hikâyelerin hepsi, galiba birbiriyle çelişmeden tek bir hayata sığamazlardı! Sonradan hayallerimi kaybedince hikâyelerimi de kaybettim ve manastıra kapananlar gibi durmadan dinlemeden kitap okuyan bir bohem olup çıktım.
     İşte o gün güneş tepemizde mutlu mutlu parlarken arkadaşımla iri bir kestane ağacının gölgesine oturmuş, arkadaşça bir paylaşma zevkiyle, bu gibi şeylerden sohbet etmeye başlamıştık. Çimlerin üstüne serdiğimiz bir kilimde yorgun ve acıklı, sebeplerini kendi içinde saklayan mahzun bir çocuk tasviri vardı. Çok geçmedi dostum, sevinç ve heyecanla, “Bak! Bak!” diyerek parmağıyla bir şeye işaret etti: Aceleci, beyaz bir tavşandı bu… Arka ayakları üstünde oturmuş, korkudan kocaman açılmış gözlerle biz davetsiz misafirlerine bakıyor, sonra bazen telaşla, gizlenecek bir yerler arıyordu. Nihayet hızla çalılıklarının arasına doğru kaçtı ve bunu gören arkadaşım heyecanla:
     “İşte, bak orada bir tavşan deliği var!” dedi. 
     İçimdeki masumiyetin derinliği, duyduğum coşkuyla beraber artmıştı. Şu da var ki tabiatta, hayatımın tam bir mutluluk içinde geçen, ruhuma sıcak bir intiba veren devirlerini hissediyor, geçmiş zamanların çok duygulu bir ifadesini buluyordum. Onun kucağında korku bulutları kayboluyor, karışık ikircikli düşüncelerimden sıyrılıyordum. “Mademki bilinen şeylerin hiç biri beni sarmıyor, yüreğimi doldurmuyor, o zaman ben de bilinmeyene ruhumu açarım.” diyordum. Benliğimi kaplayan sevinç öyle büyüktü ki, son günlerimin üzüntüleri yok olup gitmişti. Nasıl bilmiyorum orada, hasta bir düş gücünün başlattığı tüm korkular kaybolmuş, tabiat ile baş başa olmaktan duyduğum saf bir sevinç kalmıştı sadece. Böylece hiç anlamıyordum; acaba insan neden yaratıcı doğaya inat, bir yandan mutlu olmaya çabalarken, diğer yandan da hayatı yıkmak, yok etmek için çabalıyordu! Etrafta baş döndürücü kokular, gökyüzünde parıldayan bir güneş varken, sonra çok yakınlardaki bir derenin şırıltısını da işitirken, hala nasıl oluyordu da kendimizde yıkmak ve yok etmek için, hem fikren hem de ruhen bir gayret bulabiliyorduk? 
     Bununla birlikte, yüreğimin her zamankinden daha kuvvetli, daha sürekli kıpırdanışlarından, tabiattan geleceğini umduğum bir şifaya ihtiyacım olduğunu anlıyordum. O yürek kaç zamandır tıpkı her yanda tomurcuklanmış ağaçlar gibi, güneşi içine doldurmak için, bedenimde çırpınıp duruyordu. Peki, ama sadece tabiat mı o gün, kaç zamandır içimde birikmiş olan ıstırapları, toptan unutturmuştu ki bana? 
     Ben orada durmuş, arkadaşıma, ortak anılarımızdan hoşuna gidecek ne varsa aklıma getirip, neşeyle bunlardan bahsederken, o da, benzer bir coşkunlukla, yerinde duramayarak, hemen sevimli bir jestle karşılık veriyordu sözlerime. Böylece aklımıza gelen her şeyden, sıcak bir gülüş ve mutluluk dolu bakışlar eşliğinde konuşuyorduk. Bir aralık dostum beyaz tavşanı anımsadı ve:
     “Adeta bir masal ülkesinde geçiyoruz değil mi?” dedi, “Zaten masalda da Alice, bir tavşan deliğinden Harikalar Diyarına geçer…”