Merhaba Sevgili Okurlarım,

     Bu yıl sanki mevsim huy değiştirmiş gibi geldi bana! Ocak ve şubatta soğuk öyle şiddetliydi ki, mart endişeyle beklendi. Ne var ki mart, ılımlı başladı; adeta bir sonbahar yaşatıyor şehre! Bazen yağmur kış başında olduğu gibi, soğuk rüzgârlar getiriyor. Üstelik bu zalim rüzgârların eğip büktüğü ağaçlar, tepelerde, hastane arkasındaki yoksul evlerin etrafında, olduğundan daha gamlı görünüyor bana.  
     Gene de hava biraz yumuşayınca, kafama estikçe belediye otobüslerine binip, çocukluğumdan hatırladığım semtlere kısa yolculuklar yapmaya başladım. Bilirsiniz ki öteden beri yolculukları severim. Diğer taraftan, galiba hatıralarımı özlüyor, hatta oralarda birini, belki de hayatımın en mutlu anlarını arıyordum. 
     Ancak bir vakitler o kadar sıcakkanlı olan muhitlerde beni bir soğukluk, yalnızlık ve ilgisizlik karşıladı! Tabi yabancı semtlerde gördüklerimin hepsi tanımadığım insanlar, ne halde olurlarsa olsun beni ilgilendirmezlerdi. Lakin her gidişimde otobüsteki insanları biraz daha soğuk, biraz daha yalnız ve içlerindeki ruhu da renksiz buluyordum. İşin garibi, bir noktadan sonra baktım ki, artık bende onlardan pek farklı değilim! Çünkü sanki bütün benliğim yavaş yavaş kimi yoksul mahallelerde gördüğüm insanların gözlerindeki yalnızlığa doğru hareket ediyordu… Mutlu yolculuk hissim de yerini bir hoşnutsuzluğa bırakıp gitmişti… 
      İhtimal, kıymetli okurlarım sebebi şuydu: Bindiğim bu şehir içi otobüsler bana göre, bütün memleketin günden güne içine yuvarlandığı bir umutsuzluğu temsil ediyordu. Benim çocukluğumdaki insanların yerine başkaları gelmişti ve bu başkaları, otobüste birbirinin yüzüne bakmaktan değil, sadece cep telefonlarına bakmaktan ve AVM’ler de dolaşmaktan hoşlanıyordu. AVM’ler renk renk, ışıltılı güzellikler saçıyordu ama ne yapayım ki, insan elinden çıkmış yapay ve sahte güzelliklerdi hepside! O zaman gönlümü daha fazla bulandırmamak için başka semtlere gitmekten, yolculuk yapmaktan vazgeçtim. 
     Sonra bir gece romancı yanım uyandı ve kendi kendime şu karşılığı verdim:
     “Sen bu zamanın ve mekanın insanı değilsin. Belki de yalnız değiliz ama uzağız birbirimizden, bunu söylemek istiyorsun kendine. Şehir kalabalık ve fakat insanlar yalnız, öyle değil mi? Ne diyebilirim, haklısın… Birbirimize iyice bitişmek için AVM’ler inşa edip gökyüzünü de kapattık; daha ne yapalım ki! Fakat endişelenme, ıstırabın fazla sürmeyip geçecek! Çünkü ister istemez yakında sende alışacaksın buradaki hayata.” 
     Ve oturdum o gece roman defterime şunları yazdım:
     “Aslında hepimizin olmak istediği zamanlar ve mekânlar vardır. Artık uzak bir geçmişte kalmış yakınlarımızı, hatıralarımızı ve hatta kalbimizin yıkıntılarını özleriz. Çünkü orada bize her zaman bir muamma gibi görünen, herkesten ve özellikle kendimizden saklanmış bir bilgi vardır adeta. Bir gün karşımıza birisi çıkar ve yaptığı her hareketle, söylediği her sözle adeta o döneme bir pencere açar. Şaşkınlık ve kafa karışıklığı ile onu takip ederiz. Fırtına öncesi esen serin bir rüzgâr gibi, onunla birlikte, anıların üstünü örten tozu havalandırır, bir zamanlar mutlu olduğumuz yerleri yeniden ziyaret eder, eskiden olduğumuz kişiye yeniden bakabiliriz. Fakat artık bu hayat penceremizden gördüğümüz sık ağaçlıklı küçük bir orman gibidir; seyretmesi çok zevklidir ama ne kadar çabalarsak çabalayalım, bir daha o ormanın içine giremeyiz; hatta orada cılız, incecik bir ağaç dahi olamayız. Umduğumuzun ve sandığımızın tersine, zavallı zayıf bir gölge gibi ortalıklarda dolaşıp durur, eski günlerden arta kalan hayal parçalarıyla oyalanıp kendimizi avutmaya çabalarız. O ormanda en güzel bir yaşama dönemini, bir anda hafızamıza kazınan ender mutlulukları ve hayatımızın sonuna dek unutamayacağımız görüntüleri bırakmışızdır. Şimdi söyler misin sevgili oğlum sen, hayatının en mutlu anlarını nerede bıraktın?”