HATIRAYI ŞİMDİYE ÇEVİRMENİN SIRRI
İlkin kafamda yavaş yavaş eşyalarla babasının ruhuna girmeye gayret eden bir Kemal tipi canlandı. Çoğunluğu alaturka olan teselli verici eşyalarla, aile geçmişine ait özel bir hayatın içinde yaşamak istiyordu; çünkü şimdiki anda mutsuzdu ve eşyalar, eski günleri dondurup mekân haline getirmişti.
Ancak gene de uzun müddet hatıralarla yaşamakta bana tuhaf gelen yanı düşündüm. Bu yaşayış gelişmenin önünde bir engel, hatta bir saplantı değil miydi?
Fakat artık sıradan eşyaların büyüsünü ruhumu kaplıyor, geçmişle şimdinin birbirine geçişi sayesinde, ben de Şükriye Annem gibi hatıralardan vazgeçemiyordum. Hayatım esrarlı bir hale gelmişti; zaman gitgide bir çizgi üstünde birleşir gibi birleşiyordu.
Bununla beraber geçmiş zaman, zavallı büyükannem açısından sızıları hiç dinmeyen açık yaralara benziyordu. Ne vakit eski eşyalardan birini eline alsa kendini uzak bir mazinin sisleri arasında buluyor, anlaşılmamakla geçmiş ömrüne üzülüp acı çekiyordu. Acı ve zevk… Hayatta böyle değil miydi?
Ölümüne yakın çok sık onun evinde kaldım. Bazı sabahlar uyandığım zaman mutfaktan gelen sesleri dinleyerek pencereden, uzun uzun boş sokağı seyrederdim. Nemli, yağışlı günlerde o sokağın içe işleyen bir hüznü vardı. Islanmış kaldırım taşları mutlu bir ışıkla parıldar, çöplerin kenarında suçlu suçlu bakan kediler dolaşırdı. Sanki o anlarda zaman ilerlemiyor, belki duruyor, çok defa da geriye gidiyordu. Aslında mutluydum çünkü hayatın anlamına dair esrarlı ve derin sezişler duyuyordum.
Her şeyin maddileştiği bu teknoloji ve para dünyasında neden dikkat çekmez şu inceliklerden söz açtığım sorulursa tatmin edici bir karşılık veremeyeceğim. Sığıntı’da hayatın anlamını arayan Kemal’de veremiyor. Zaten devamlı günahlı bir yaşayış içinde bocalıyor fakat gene de bunlardan iradesiyle uzaklaşamıyordu. Mutlulukla sıkı sıkıya ilişkili olan hayatın anlamını sadece eski eşya ve kitapların arasına sokulduğunda hissedebiliyordu. Böylece öyle bir noktaya geldi ki herkesin yeniyi, teknolojiyi önemsediği bir toplumda eskiyi özlemeye başladı. Artık modern dünyanın, teknolojinin imkânlarından bıkmış, tamamen eski devrin eşyaları arasında yaşamak isteyen ve bana tıpatıp benzeyen bir kahramanım vardı. Bu sayede o, iki dünya arasındaki farkları anlamamıza yardım edecekti. Ancak bu durum da çok sürmeden değişti ve Kemal tekrar eski günahlı yaşayışını arzulamaya başladı. Tıkanıp kaldım, bütün yazdıklarım boşa gitmiş, üç yüz sayfa boyunca saçmalamıştım sanki!
Bize din derslerinde irademizi kullanıp günah ve suç sayılan şeylerden vazgeçmemiz, uzaklaşmamız söylenir. Ama bu öğütler genelde faydasız kalır çünkü derdin tohumunu üreten asıl şeyi arayıp bulmadan, nevrotik kaynağı kurutmadan bütün irade kuvvetleri bir araya gelse sorunumuzu çözemiyoruz. Psikiyatri ise bu hareketlerin o ana kadar gizli kalmış sebeplerini görüyor ve ta çocukluktaki başlangıçlara kadar izlerini araştırıyor.
İşte benim de hatırayı şimdiye çeviren sırrı keşfetmek için, şu kitap boyunca ileri değil bizatihi geri gitmem gerekti. Evet, yapmak istediğim buydu: Geriye, özeniş ve özleyişle baktıklarımızın mahiyetini anlamak için daha geriye gitmek. Yoksa anılar neden o kadar çekicidir ki? Kaybolmuş bir zamanı geri getirip eski benliğiyle buluşmak arzusu duymayan var mıdır? Acaba o günlerde arzularımıza sahip miydik? Peki, bu arzularımızın kaynağı nereden gelmektedir? İhtiyacımız olmadığı halde neden hep bir şeyler istiyor ve başkalarına imrenip duruyoruz? Kendimiz olmak, çocukluktaki benliğimize dönmek hayatımızı kurtaracak, bizi yeniden biz mi yapacaktır? Başka bir sorum daha var: Eski kitaplar arasından çıkan eski fotoğraflar gibi, yaşadığımız anı bulunduğumuz yeri, eski günlerin mutlu kokusuyla, renkleriyle doldurmak, zamanı mekân haline getirmek o kadar kolay mıdır? Çocukken pek safça olan duygularımız üstünde hükmünü sürmeye devam eden dış izlenimler yeniden sorgulanabilir mi? Gürültülü anılarla tıka basa dolmuş bellek kayıtlarımız, bizi bile bile aldanmaya doğru mu itekliyor. Neden acaba insan en ziyade kendi kendisini aldatıyor?