Merhaba Sevgili Okurlarım,
Bu sizinle kaçıncı buluşmam bilmiyorum. Lütfen en azından, köşemde çok sık yazamadığım için beni ayıplamayın. Çünkü roman yazmaya da mecburum ve bu iş, gerçekten de ciddi emek istiyor. Lakin şu günlerde, bir kuş gibi heyecanlıyım. Eğer ki güzel bir öğle vakti, şu satırları yazmak için seçtiğim yeri, çatı dairemi görebilseydiniz beni anlardınız. Burada, kar kristalleriyle bezenmiş manolya ağaçlarının gerisinde, sıcak koltuğumda oturmuş, çocukluğumun rüyalarında yağan karın sessizliğini dinliyorum. Karşıda, belki ta bulutlara kadar erişen kutsal dağlar, biraz aşağılarda ise yüksek çamlardan ve tırmanıcı dallarıyla, ağaçtan bir dehliz gibi uzayıp giden, meşe ağaççıklarından örülmüş mutlu parklar var. Doğrusu, her şey öylesine ışıl ışıl ki, insan bu kente hâkim olan tepeleri, bahçeleri ve parkları, romanesk bakımdan eşsiz bir romana mal etmekten kendini alamıyor. İşte yılın şu en soğuk günlerinde bu duygular içindeyim. Duygulu kar kristalleri, her yeri, yolları, bahçeleri saflık örtüsüyle kaplayıp süslerken, benim de kalbimi yüce, göksel bir mutlulukla dolduruyorlar.
Siz Aşıkpaşa Mahallesi’ni, onun inişli çıkışlı, dalga dalga uzanan nefis sokaklarını gördünüz mü? Muhakkak ki gördünüz, çünkü eğer görmemiş olsaydınız Kırşehir’de yaşamamış olurdunuz. İşte ben de birkaç günden beri burada, bu eşi zor bulunur tabiat köşesinde yeşil bir koltuğa oturup, ruhları en iyi anlatan romanları okuyorum. Birkaç gündür evde kalışımdan çok hoşnut olan annem, yüzünde müşfik bir gülümsemeyle ara sıra bana kahve yapıp getiriyor. Roman çalışmalarıma rahatça kendimi verebilecek, bundan daha ferah bir ortam olur mu? Mesut muyum? Evet. Hatta hayatımın hiçbir döneminde bundan daha fazla mesut olmadım diyebilirim. Çünkü zaten annemin yanında ihtiraslar susuyor, onun yaşlılık ve hayat acıları da bir süreliğine kayboluyor ve ikimiz de, kendimizi mesut hissediyoruz. Sonra, eski yıpratıcı günlerime zerrece aldırış etmeden kendimi romanların büyülü dünyasında kaybetmeye başlıyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki yazmaya, yazarken de mutlulukla hayal etmeye ihtiyacım var. Çünkü ancak böyle böyle hikâyemi ilerletip tamamlayabilirim.
Evet, hayal gücü ve maneviyat… İhtiyacım olan bu. Herhangi bir işi yapmak, başarı kazanmak için hepimizi itekleyecek olan kuvvet de bu zaten. Hâlbuki gayet açık görüyoruz ki, çağımızda maneviyat iyice kulak arkası ediliyor. İnsanlar, hele şu son senelerde, cihazların ve rakamların kölesi oldular. Kimsenin kimseye aldırış ettiği, kimsenin kendi ihtiyaçlarını tatmin etmekten, arzularını canavarca arttırmaya çalışmaktan başka düşündüğü bir şey kalmadı. Aklın çemberinde dönüp duran, daima kafasıyla hareket eden ruhsuz bir nesil çıktı ortaya. Bütün körpe ruh eylemlerini, kalbin taze gücünü aşırı derecede güvendikleri bu ilkel aklın emrine bağladılar. Şimdiye kadar ben de bu ruhsuz, fazla hesaplı kütlenin yaptığı gibi, aklın sözüne uymaktan başka bir şey yapmadım. Ama bu, hayata ve insanlara yönelmiş bir hiddet parlayışından idi. Hatırladıkça bana acı veren bir duygunun başkaldırışı altında, git gide kendimden uzaklaşmıştım, mutsuzdum. Bilmem ki artık mantık ve akıl belasından, sade şu kitapla, ruhun romanını yazarak kurtulabilecek miyim?
Evet, koltuğuma gömülmüş karın yağışını seyrediyorum… Kar, sessiz sessiz, hatıralarımın derinliklerine yağıyor sanki! Demek ki tabiattan daha hızlı çürüyen ruhumu kurtaracak, bana yeniden hayal gücümü bağışlayacak küçük bir kar kristalinin ışıltısına muhtaçmışım. Çok şükür ki o mutlu ışıltıları, hem de hikâyemin kahramanını buldum. Ve karakterime bir derinlik vermek için, “kar” benzetmesinden faydalanıyorum. Aslında bu kar benzetmesi bendeki “temiz bir dünya” özleminden doğmuş olabilir. Şimdilerde yaşamıma dolmaya hazırlanan çok parlak bir kristalin ışıltısı bu…