I. Dünya Savaşında Hicaz Bölgesi ile ilgili bildiğim iki hatırat vardır. Feridun Kandemir, Medine’deki Kızılay Hastanesinde doktor olarak görev yapmıştır. “Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler; Medine Müdafaası”. Naci Kâşif Kıcıman da Medine’de görev yapan bir askerdir: “Medine Müdafaası”.

Her ikisinin de yazdıkları bizzat gözlemlerine dayanmaktadır. İyi ki de hatıratlarını yazmışlar.

Fakat Hicaz Bölgesi demek sadece Medine demek değildir. Hicaz bölgesinde, “Şerif ayaklanmayı gerçekleştirdiğinde 22. Osmanlı Fırkası Hicazda olup 128, 129 ve 130. Bölüklerden oluşuyordu. Ayrıca 21. Asir fırkasından da biri Kunfuza’da, diğeri Leyis’te olmak üzere iki bölük bulunmaktaydı. Hicazdaki toplam Osmanlı neferlerin sayısı 12.000 civarında idi. Bunlardan 4.000 ‘i Fahri Paşa komutasında Medine’de, 3.500 nefer de yazın Taif’te ikamet eden Vali Galip Paşa’nın komutası altındaydı. Mekke’de 1200 nefer Derviş Bey’in komutası altında, Cidde’de ise 2600 Osmanlı neferi mevcuttu. Ayrıca Yenbu’nun ve tren yolu istasyonlarının muhafızları da mevcuttu. “[1]

Şüphesiz Medine dışındaki birliklerimizden gelen-giden resmi yazışmalar vardır. Fakat mezkûr hatıratlar gibi hatırat yazan yoktur. İsyanın ilk patlak verdiği yer olan Mekke’deki 1.200 kişilik askeri birliğimizin bir kısmı şehit olurken bir kısmı da maalesef isyancıların eline geçmiştir.

Şerif Hüseyin, 10 Haziran 1916’da isyan ederek, ilk kurşunu Mekke’de atmış ve kendisini “Arap Memleketlerinin Kralı” ilan etmiştir.  9 Haziran 1916’da Şam ve Medine arasındaki demiryolu hattı kesildi ve ertesi gün 10 Haziran Cumartesi gün doğumunda Şerif Hüseyin’in isyanı başladı. Eş zamanlı olarak İngiliz harp gemileri de Cidde’yi topa tutmuşlardı. [2]

Mekke’deki Osmanlı Hükümet Konağı, Hamidiye ve Ecyad Kalesi kuşatılır. Binbaşı Ziya Bey, Hamidiye’de, 30 askeriyle binlerce çapulcuya karşı direnir. Bina, içindekilerle yakılmak istenir ama Mehmetçik yangını söndürür. Nihayetinde Ziya Bey teslim olur. Ecyad Kalesi’nde ise Yüzbaşı Kamil Bey, tarihin kıymetini maalesef takdir etmediği büyük bir direniş sergiler. Kamil Bey, Kâbe tarafına ne tek bir gülle, ne de tek bir kurşun attırmaktadır; ama Şerif Hüseyin’in çapulcuları Kâbe tarafından Ecyad’ı top atışına tutarlar. Önce bayrak düşer, sonra Yüzbaşı Kamil Bey şehit olur ve Ecyad da hainlerin eline geçer.[3]

Tarih ve araştırmacılarımızdan öğrendiklerimiz özetle bunlar. Mekke’de bu isyanın şahidinin anlattıkları,  yukarıdaki bilgileri teyit etmektedir. Şimdi, bu görgü şahidinin anlattıklarına gelelim. Maalesef bu hatırat ilk defa kayda geçmektedir, tarihe not düşelim.  Burada sözü kadim dostum, değerli büyüğüm, ağabeyim, Mali Müşavir muhterem, İbrahim Aktürk Bey’e bırakıyorum.

“Bir mükellefim vardı; Ekrem Erçetin. Aslen Ispartalı bu mükellefim, 1980 yılında Gülyağı imalat ve ihracat işi yapardı.  Her sene Hac zamanı, Kâbe gülsuyuyla yıkandığı için, Suudi Arabistan’a ihracat yapardı.”

“1980 yılı başlarında, Suudi Arabistan’dan bunun müşterisi olan, Ömer Abbas isminde, Doğu Türkistanlı seksen küsur yaşlarında birisi geldi. Uygur Türklerinden olan bu zat,  1916 daki Şerif Hüseyin’in isyanında Mekke’de bulunduğunu ve isyanda şahidi olduğu bir manzarayı aradan altmış küsur seneyi geçen zamana rağmen iki gözü iki çeşme anlattı:

“Şerif Hüseyin yanlısı asiler, Ecyad Kalesindeki Türk istihkâmına karşı, İngilizlerden temin ettikleri topu, Kâbe’nin kenarından Mescid-i Haram içerisinde konuşlandırmışlar, ateş ediyorlar. Ecyad Kalesindeki Türk komutan Yüzbaşı Kâmil Bey [4]karşı atışın Mescid-i Haram’a hatta Kâbe’ye isabet etmesinden endişe ettiğinden, bu kutsal mabede hürmeten mukabelede bulunmazmış. Bu şekilde mukabele görmeksizin atışlar devam ettikçe, Türk komutan : “Sakın mukabelede bulunmayın… Zira Mescid-i Haram ve Kâbe’ye isabet edecek gülleleri, bizim aleyhimizde kullanırlar. Buna mahal vermeyelim” dermiş.

“Gidişat bu tarzda devam edince, Ecyad Kalesindeki mukavemet kırılır. Asiler, içerideki Mehmetçikleri şehit edip, Komutan Yüzbaşı Kâmil Bey’i ele geçirerek, ayaklarından bir deveye bağlayarak, tam iki gün Mekke sokaklarında dolaştırdılar. “Bizzat gözlerimle şahit oldum” diye ağlayarak anlatışını unutamam.” Olayın üzerinden yaklaşık 65 yıl geçtikten sonra dahi anlatırken gözyaşlarına hâkim olamayışı ruh yapısında bıraktığı izin derinliğini göstermesi bakımından ilginçtir. Asıl ilginç olanı da velinimetleri, Halife ordusunun erat ve zabitanına uyguladıkları hâin ve vahşi saldırıydı.

Aynı olayı, Prof. İsmail Köse “Arap İsyanı” adlı eserinde şöyle anlatır ki, birbirini teyit etmektedir.

“Binbaşı Derviş Bey, Topçu Komutanı Kamil Bey’in gece 08.00 [yaklaşık 04.00] Ecyad Kalesine gitmesini ve isyan durumunda önceki emir uyarınca üç pare güllesiz kurusıkı top attırmasını ve bundan sonra durumun gerektirdiği gibi davranmasını emretti”[5]

“Topçu Yüzbaşı Kâmil Bey, Hamidiye düştükten sonra da Ecyad Kalesinde direnmeye devam edecek, kale toplarla yıkılıp teslim alındığında vahşi bir şekilde katledilerek, cesedi Mekke sokaklarında sürüklenip Hüseyin tarafından cesedine tükürülecektir. Yüzbaşı Kamil kendisini bekleyen ölümcül kaderden habersiz bir şekilde emir üzerine Ecyad Kalesine intikal etmek için hemen yola çıktı”[6]

Bu isyan neticesinde, Ecyad Kale komutanı bu şekilde barbarca şehit edildiğine göre sair efradın da katledilme ihtimalini akla getirmektedir.

I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Esirlerinin sayısını Prof. Cemalettin Taşkıran Bey, “Ana Ben Ölmedim” adlı 2001 de yayınlanan kitabında yaklaşık 202.152 olarak verir.[7]

İngiliz eline esir verdiklerimiz; Filistin Cephesinden 91.998, Irak Cephesinden 20.595’dir. Bu 91.998 esir içerisinde, Hicaz Bölgesindeki askerlerimiz de vardır.[8]

HACCA GİDEN SİVİLLERİMİZİ DE ESİR DİYE İNGİLİZLERE TESLİM ETMİŞLER

Bu esir askerlerimizin yanında, Kızılhaç heyetinin 5 Ocak 1917 tarihinde incelemelerde bulunarak rapor yazdığı, İskenderiye şehrinin 5 km yakınında, deniz kıyısındaki bir küçük tepede kurulmuş, Ras-El-Tin Kampında bulunan sivil esir Türklerin çoğu, hac görevlerini yerine getirmek için Mekke’ye giden hacı adaylarıydı. Osmanlılara karşı ayaklanan Mekke Şerifi Hüseyin’in birlikleri tarafından esir alınmışlardı. Şerif Hüseyin, onları, kendisine maddi ve manevi yardımda bulunan İngilizlere teslim etmişti. [9] Ayrıca Seydi Beşir esir kampında da, 10 imam ile Mekke Şerifi Hüseyin tarafından yakalanarak esir edilen ve sonradan İngilizlere verilen 20 sivil vardı.[10]

30 Ekim 1918 de Osmanlı Devleti savaştan çekildiği halde, Medine’de Fahrettin (Türkkan) Paşa, “Halife’den ferman gelmedikçe teslim olmayacağım” diyerek direnişini sürdürmüş, Sultan Vahdeddin’den gelen ferman üzerine, 9 Ocak 1919 da teslim olmuş idi. Şerif’in adamları, Fahrettin Paşa ve Hayber’de yaralı ele geçen Eşref Sencer Kuşçubaşı’nı İngilizlere teslim etmişler, İngilizler de Malta adasına sürgün etmişlerdi.

İbn-i Suud, 1924’de  Şerif Hüseyin’e başkaldırmıştır. Neticede Şerif başarısız olmuş ve İbn-i Suud karşısında tutunamayarak Hicaz’ı terk etmek zorunda kalmıştır. Şerif Hüseyin’in başarısız olma nedenleri arasında; pazarlıklarının üç yıl sürdüğü İngiliz-Hicaz anlaşmasını reddederek İngilizleri kızdırması, başta İbn-i Suud olmak üzere Arap emirleri ile ters düşmesi, herkesten üstün olduğunu düşünmesi ve kendisini yüceltmesi, hayalperestliği, paraya düşkün olması ve yönetim zafiyeti gösterilebilir. Şerif Hüseyin’in Kıbrıs’ta ölmeden önce söylediği şu sözleri, oğlu Ürdün Kralı Emir Abdullah tarafından, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Celal Karasapan’a söylediği bilinmektedir: “Bu bizim başımıza gelenler ve gelecekler, ekmek kapımız, koruyucumuz ve asırlar boyu efendimiz olan Osmanlı Devleti’ne karşı işlediğimiz günahların, giriştiğimiz isyanların ilahi bir cezasıdır”. [11]

Aşağıdaki hatırat da, eski Büyükelçi ve Dışişleri Bakanlarımızdan Feridun Cemal Erkin’e aittir:

“1942 senesinde henüz krallığı ilan edilmemiş olan Emir Abdullah (Şerif Hüseyin’in oğlu) beni Ürdün’e davet etti. Sohbet esnasında o güzel İstanbul şivesi Türkçesiyle bana, dedi ki: 'İngilizler, babamı Osmanlı idaresine isyan edip, imparatorluğun düşmanlarıyla iş birliği yapması karşısında, kendisini Hicaz Krallığına getirmek vaatlerini tuttular. Babam gerçi Hicaz Kralı oldu; fakat bir süre sonra Vahhabiler kendisini düşürdüler. Kral Suud onun yerine geçti. Babam İngilizlerin himayesi altında Kıbrıs’a yerleşti. Orada hastalandı, kendisini Amman’a aldım, uzun müddet hasta yattı, çok ıstırap çekti. Günün birinde ikindi vakti sarayın bandosu, öteden beri adet olduğu üzere, bahçede konser veriyordu. Hava sıcak, pencereler açıktı. Bir aralık bando hepimizin bildiğimiz İzmir marşını çalmaya başladı. Babamın birçok eski hatıraları hafızasında canlandırmasını önlemek için pencereyi yavaşça kapadım.

Bana seslendi:

-Evlat, neden pencereyi kapıyorsun? İzmir marşının eski günleri bana hatırlatmaması için değil mi? Ben velinimetine ihanet etmiş asi bir kulum, günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım, Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü. Hasta oldum, buraya sığındım. Bırak pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim. Duyduğum vicdan azabının şiddeti, o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın; bu dünyada çektiğim ıstıraptan artan vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın, ta ki Cenabı Hak bu günahkâr kulunu dünyada affederek, ahirette hesap gününde daha büyük cezadan korusun.'

Dehşet veren bu hikâyeyi derin bir şaşkınlıkla dinledim, heyecan içinde titredim. O zamandan beri korkunç serüveni ve akıbeti hiçbir zaman aklımdan çıkaramadım. Aradan çok zaman geçti, düşünüyorum: Kral Hüseyin’in ibret verici sonu bu oldu; büyük oğlu Irak Kralı Faysal esrarlı bir tarzda zehirlenerek öldü. Onun oğlu bir gezintiden dönerken yolda arabasının garip bir tarzda ağaca çarpması sonucunda can verdi. Torunu da genç Kral Faysal, amcası Emir Abdülillah ve bütün yanındaki kadın aile efradıyla birlikte 1958’de Bağdat’ta Kasım’ın isyanı sırasında katledildiler. Kral Abdullah, Kudüs’te Mecid-i Aksa’ya giderken bir Arabın hançeri ile can verdi. Oğlu Kral Tallal, çıldırarak nakledildiği İstanbul’da şifa evinde son nefesini teslim etti. Irak Kralı Faysal’ın bir hemşiresi Rodos’ta kaldığı otelin Rum garsonu ile kaçtı. I. Dünya Savaşı esnasında İngiliz Ordusunun muhasara ettiği Mekke’yi [12] savunan Fahreddin Paşa ordusuna karşı düşmanla işbirliği yapanlar Peygamberimizin bu torunlarının tâ kendileri değil mi idi? Hâşim ailesi mensuplarının bir biri ardı sıra maruz kaldıkları korkunç akıbeti yaşlı Kral Hüseyin’in dehşetinden titrediği ilâhi ukubetin daha bu dünyada gerçekleşen lanet işaretlerinden başka ne idi? İlâhî takdir, ahiretteki mukadder hesaplaşma anını bile beklemeden, Peygamberimizin mübarek mezarını savunan Müslüman Türk ordusuna silah çeken torunlarını daha bu dünyada korkunç bir kadere mahkûm etmişti.

Kral Abdullah’ın gerçekten ürkütücü ifşaatının bende uyandırdığı dehşet içinde nezdinden ayrıldım. Memlekete döndüm”[13]

I. Dünya Savaşında karış karış Vatan Topraklarını savunan şehitlerimizi rahmetle, minnetle ve saygıyla anıyorum.

[1] Bostancı, Mustafa, Akademik Bakış, C. 7 Sayı 14, 2014 sh: 123-124 Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin Hicaz’da Hâkimiyet Mücadelesi.

[2] Bostancı, Mustafa, a.g.m

[3] Aydın Ünal, Yeni Şafak Gazetesi, 11 Ekim 2018

[5] Arab Bulletin No 24 15 September 1916; BDHTH-ATASE VI, 1978 s. 220-221’den aktaran İsmail Köse İngiliz Arşiv Belgelerinde Arap İsyanı, Kronik yy 5. Baskı-İst 2022 sh: 224

[6] İsmail Köse, a.g.e.sh: 224

[7] Taşkıran, Cemalettin, Ana Ben Ölmedim, T.İş Bank yy İst-2001 sh: 62

[8] Taşkıran, Cemalettin, a.g.e sh:59

[9] Taşkıran, Cemalettin. A.g.e. sh: 202

[10] Taşkıran, Cemalettin. A.g.e sh: 206

[11] Canatan, Yaşar, 20. Yüzyıl Başlarında Suriye, Lübnan ve Suudi Arabistan Bölgelerinde Türk Aleyhtarı Batı Politikası”, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul, Şubat 1998, S.112

[12]  Medine’yi olacak…

[13] Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl, Anılar-Yorumlar, C.I, TTK Basımevi, Ankara, 1987, s.126.