İhsan Oktay Anar'ın birkaç kitabını peşpeşe okudum son günlerde.
Onları size de tanıtmak, okumanızı teşvik etmek için methiye yazıları yazarken daha önce okuduğum ilk kitabını da hatırlatmak geldi içimden; Puslu Kıtalar Atlası ….
Muhammed Hüküm’e göre; “Edebiyatımızda post modern kavramının kullanılmaya başlaması, bu anlayışa uygun eserlerin hakkında metinler arası ilişkiler bağlamında incelemeler yapılmasını zorunlu kılmıştır. Nitekim Orhan Pamuk, H. Ali Toptaş, Elif Şafak gibi yazarlar postmodern anlayış içinde anılan parodi, pastiş, kolaj gibi teknikleri bilinçli bir seçimle yapıtlarında kullanmışlardır. İ. Oktay Anar tarihi, mistik tavrıyla; gerçek ve kurgunun arasındaki çizginin belirsizleştiği romanlarıyla dikkat çeken bir yazar. Yayınlanmış yedi kitabı da metinlerarasılık bağlamında dikkate değer özellikler taşıyan yapıtlardır. Yazarın “Puslu Kıtalar Atlası” romanında kurgu, metinlerarası tekniklerin bilinçli ve özgün kullanımının açıkça gözlenebildiği tipik örneklerle oluşturulmuştur.”
Eser hakkında ansiklopedik bilgiler kısaca şöyle; “Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar'ın yayımlanmış ilk romanıdır. Mayıs 2014'te 50. baskısı yapılan kitap, ilk kez Ocak 1995 tarihinde İletişim Yayınları tarafından basıldı. Yayımlandığı andan itibaren hem içerik hem biçim olarak ilgi gördü. Birçok yeni baskısı yapıldı ve eleştirmenler tarafından olumlu değerlendirmelere tabi tutuldu. Kitap, ilk basım tarihinden yaklaşık 20 yıl sonra, ünlü karikatürist İlban Ertem'in beş yıllık emeği sonucunda çizdiği çizimleriyle İletişim Yayınları tarafından çizgi roman olarak da yayımlandı. Roman, başta Fransızca, Almanca ve Macarca olmak üzere yirmiden fazla[kaynak belirtilmeli] dile tercüme edildi. Fantastik kurgu türünde yazılan bu kitap, ayrıca felsefe, tarih, metafizik gibi konuları aynı anda işlemektedir. 1995 yılında çıkan bu eser, eleştirmenlerden tam not almış; Türk edebiyatında denenmemiş birçok şey denenmiştir. Ayrıca yazarı İhsan Oktay Anar'a birçok ödül de kazandırmıştır. Roman Osmanlı İmparatorluğu'na farklı bir bakış açısıyla bakar: Osmanlı tarihinin sadece savaşlardan, fetihlerden ibaret olmadığını, topraklarında birçok milletten, kültürden ve dinden kocaman bir halkın yaşadığını anlatır. Romanın kurgusu, bazı eleştirmenler tarafından Dünya edebiyatında bile görülmemiş olan kurgu olarak nitelendirilir. Romanın içerisinde konuları birbirinden tamamen farklı olan küçük küçük hikâyecikler bulunur; bu hikâyeler zamanla tek bir noktada birleşir ve büyük resmi ortaya çıkarır. Romanın kara mizah yönü de bulunmaktadır. Dili oldukça akıcı olmakla birlikte, içerisinde eski dönemlerden kalma çok sayıda Türkçe sözcük yer almaktadır. Ünlü Türk şair ve yazar Hulki Aktunç, İhsan Oktay Anar'ın bu eserinin tarihi bir roman olmadığını, aksine başlı başına bir roman olduğunu belirtir. Çünkü romanda tarih ön planda değildir. Satır aralarında felsefe, din, bilim, tıp ve askerlik gibi birçok farklı alana hitap eder. Kitap, 18. yüzyılın Osmanlı İstanbul'unda (Kostantiniyye) geçmektedir. Uzun İhsan Efendi adlı bir adam, tüm dünyayı dolaşıp bir atlas hazırlamak isteğine sahiptir. Ancak gel gör ki bu adam, sabahtan akşama kadar evinde oturur, günün çoğunluğunu ölü gibi uyuyarak geçirir, nadiren dışarı çıkar. Böylelikle düşlerine sığınır.”
Gündüz’e göre; “Çağdaş Türk edebiyatı içerisinde metinlerarasılık ilkelerini bilinçli bir biçimde romanlarında kullanan yazarlardan biri İhsan Oktay Anar’dır. “Anar’ın romanları; adlarından kullandıkları dile, doğaüstü olaylara dinsel ve alegorik unsurlara yer veren içeriklerine, düşünsel derinliğine, kişilerin simgesel kimliklerine, geleneksel formlara ve söz kalıplarına yer veren üsluplarına, ilk bakışta bağımsız gibi görünen ama sonradan ustaca bir birine bağlanan iç içe geçmiş öykülerine, mizahi ögelerle beslenen ironik üslubuna göre” birçok faklı kategoride değerlendirilebilecek yapıdadır.”
Özdemir’in ifadeleriyle; “Onun romanlarındaki belirsizleşen zaman ve mekân, dili kullanma biçimindeki radikal tercihler, yeni tarihselciliğe yaklaşan tarihi yorumlama biçimi; onu postmodernin Türk romanındaki en önemli temsilcilerinden biri konumuna getirir. “İhsan Oktay Anar’ın metinlerindeki çok kültürlülük ve çok seslilik, onları klasik roman kurallarından tamamen uzaklaştırır. Yazarın romanlarının dokusunda tarih, felsefe, psikoloji, fizik, matematik, coğrafya, teoloji, mitoloji, halk bilim, müzik, resim, sinema gibi çok çeşitli disiplin ve alanların yanı sıra özellikle geleneksel anlatı türlerinin etkisi belirgin bir şekilde hissedilir. Anlatım mitler, destanlar, masallar, efsaneler, menkıbeler, halk hikâyeleri, meddah hikâyeleri, kıssalar, seyahatnameler, mesnevîler, tezkireler, vakayinameler ve kutsal metinlerle o derece iç içe geçmiş ve kaynaşmış durumdadır.”
Anar öncelikle derindeki yapıyı; yazar, okur ve kahraman arasındaki ilişki üzerinden kurgular. Kitapta rüyaları vasıtası ile bir dünya haritası çizmek isteyen kahraman Uzun İhsan Efendi’nin İhsan Oktay Anar’ın kendisi olduğu sıklıkla ima edilir. Bu kurguya göre Uzun İhsan Efendi’nin oğlu Bünyamin adlı roman kişisi de yazarın roman kahramanı olarak kullandığı kurgusal kişiliktir. Romandaki yazarın temsilcisi olan Uzun İhsan romandan çıktığında “sağ el” anlamına gelen Bünyamin kişisinin oyun içerisindeki konumu daha açık bir şekilde anlaşılabilir. Kurguda Bünyamin’i öldürüp sonra dirilten yazar kendi temsilcisi olan Uzun İhsan Efendi’nin kulaklarını kestirip burnunu kopartır ve gözlerini oyar. Bu şekilde yazarı (kendini) metnin içinde suretsizleştirir ve gizler. Metnin içindeki yazar bir kahraman değildir artık, suretsiz bir kâhin gibi Bünyamin’i yönlendiren bir güçtür. Uzun İhsan Efendi, romanın silik kahramanı Bünyamin’i yönlendirirken bu kurguyu düşleyenin kendisi olduğunu vurgular:
“Kör ve sağır olmama rağmen seni hem görüyor, hem de duyuyorum oğlum" dedi… aslında seni görüp duymaktan da öte, hem seni, hem de içinde yaşadığın dünyayı düşünüyorum… sizler, hepiniz, içinde yaşadığınız dünya, Konstantiniye, her şey sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız…. “her şey ben ve benim düşüncelerimden ibaret olsa da bu dünyada yaşamak zevkli bir şey" diyordu, "sen! oğlum! Sen benim zihnimde bir düş, bir düşüncesin. Bana şu anda dokunuyorsun… Ama ben sana dokunamıyorum. Çünkü düşlere dokunmak mümkün olabilir mi?"
Birkaç alıntı daha;
“Ulema, cuhela ve ehl-i dubara; ehl-i namus, ehl-i işret ve erbab-ı livata rivayet, ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kün-i kainattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 yıl ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı”
“Sanki yüz yıllık bir uykudan uyanan bekçi, yerinden doğrulup çevresine bakınca kendisini uyandıran kişiyi göremedi. Çünkü her taraf karanlıktı. Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler, bu karanlığın ta kendisi değil miydi?”
“Ey parlak yıldız, seherin oğlu, Göklerden nasıl da düştün! Ey ulusları ezip geçen, nasıl da yere yıkıldın! İçinden, "Göklere çıkacağım" dedin, "Tahtımı Tanrı'nın yıldızlarından daha yükseğe koyacağım; İlahların toplandığı dağda, Safon'un doruğunda oturacağım. Bulutların üstüne çıkacak, Kendimi Yüceler Yücesi'yle eşit kılacağım."
"Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hâlâ çözebilmiş değilim. Rendekâr düşünüyor olmasından varolduğu sonucuna çıkarıyor. Ben de düşünüyorum, dolayısıyla varım, ama kimim? Galata'da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra, sözgelimi İzmir'de oturan mahzun ve şaşkın adam mı? Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Var olduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum."
Arka kapaktaki tanıtım yazısı şöyle; “Yeniçeriler kapıyı zorlarken” düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: “Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır.” Kendini saran dünyayı düşleyen bir haritacının, düşlerinden devşirdiklerini döktüğü Puslu Kıtalar Atlası adlı kitap oğlunun eline geçtiğinde onu kendisinin bile tahmin edemeyeceği maceralara sürükler, oysa yaşayacakları elindeki kitaba çoktan yazılmıştır. Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve “puslu kıtalar” üzerine bir roman.
Çok keyifli, bir o kadar da dikkat isteyen bu anlatıyı ille de okuma planınıza dahil etmenizi öneriyorum efendim