“E, sonbahar bu… artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir? Eylül, malum ya, hüzün ve matem ayıdır.”
Eylül, Mehmet Rauf'un ilk psikolojik roman olarak Türk tarihine geçen romanıdır. Ayrıca bireyin öznel yaşantısını doğrudan konu alan ilk roman olarak da bilinir. Olaylardan çok kahramanların ruh halinden bahseden kitap, 1900 yılında Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanmaya başlamış, 1901 yılında ise kitap halinde basılmıştır. Kitapta; Süreyya, Suat ve Necip Bey arasındaki aşk üçgeni anlatılır. Servet-i Fünûn romanının Halit Ziya Uşaklıgil tarafından verilen örnekleri dışındaki en önemli eserlerinden biridir. Eserin konusu bu döneme ait diğer birçok romana da uygun olarak sadakatsizliktir.
Rauf, Eylül’ü yazmaya nasıl karar verdiğini şu şekilde anlatmıştır: “O esnada, bir gün Halit Ziya’nın yanında idim, biz konuşurken kendisini ziyarete bir genç geldi. Lâkırdı arasında bunun o hafta teehhül edeceğini öğrendim. Düğüne ve düğünden sonraki hayata ait tasavvurâttan bahsederlerken, bu adam balayını Büyükada’da geçirmek istediğini, orada tuttuğu köşkü döşettiğini anlatıyordu. Ben Halit Ziya’nın gözlerinde acı bir esef bulutunun karardığını fark ettim. Ve bana öyle geldi ki, ruhu artık böyle bir saadetin kendisi için muhal olduğunu anlamaktan mütevellit bir merâretle burkulmuştu. İşte Eylül’ün esasını teşkil eden fikri, yani gençliğin akar bir su, esen bir rüzgâr gibi, gayr-i kabil-i men ve tehir bir surette uçup gittiğini takdir etmek, eylülde avdet-i bahar nasıl muhal ise, şimdi her şeyin faydasız olduğunu anlamak, ziyan olarak geçen güzel günlerin tahassürüyle harap olmak fikrini buradan kaptım. Bu fikir bana o kadar cazip, o kadar derin göründü ki, günlerce meşgul olarak işledim, tezyin ve telvin ettim. Romanın esasını hazırlayıp iki hafta sonra Eylül’ü yazmaya başladım.”
Halid Ziya Uşaklıgil, “Bence Eylül, tek başına, bir yazarın ismini edebiyat tarihine silinemeyecek şekilde nakşetmek için kâfidir” diyor bu eser için.
Can Yayınlarının bir nüshasında eser için anılanlar şöyle; “Yüz yılı aşkın bir süredir bazen mutlulukla bazen gözyaşlarıyla okunan Eylül, edebiyatımızda derin izler bırakmış, birçok farklı metinde tekrar tekrar karşımıza çıkmış bir roman. Üç ana karakter etrafında gelişen, İstanbul’un da dördüncü bir karakter gibi dahil olduğu, Mehmet Rauf’un başyapıtı olan bu romanda kişiler, ruhsal dünyaları en ince ayrıntılarına kadar incelenerek karşımıza çıkarılıyor. Yasak aşk temasının dönemine göre oldukça cesurca işlendiği bir aşk ve karasevda romanı olan Eylül, “Psikolojik roman” denince akla gelen ilk eser.”
Eylül, günümüz okuru için, yalılarda, köşklerde yaşamış Batılılaşma etkisindeki İstanbulluların aile yapısı; kadınların duygu dünyası; müzik, yeme içme, giyim kuşam, eğlence kültürü gibi gündelik yaşam odaklı da okunabilecek klasik bir roman.
Kısa konu özeti şöyle: “Beş yıldır evli olan Suat Hanım ile Süreyya Bey, bir yaz, Boğaziçi’nde küçük bir yalı kiralarlar. Mutludurlar. Süreyya’nın arkadaşı Necip, bunların aile dostudur; sık sık gelip yanlarında misafir kalmaktadır. Necip, Suat Hanım’a çok değer vermekte, ona karşı derin bir saygı duymaktadır. Bu değer veriş ve saygı, zamanla şiddetli bir aşka dönüşür. Genç adam, aşkını gizlemektedir. Necip, Suat Hanım’ın da kendisini sevdiğini anlamakta gecikmez fakat arkadaşına ihanet etmenin üzüntüsüne kapılır. Necip’le Suat Hanım arasındaki aşk dedikoduları Süreyya Bey’in kulağına ulaşır. Süreyya Bey, en yakın dostunun karısına aşık olacağına ihtimal vermez. Dedikodular yaygınlaşınca Necip eskisi gibi sık sık yalıya gelmez. Hastalanır, tifodan yatağa düşer. İyileşince yeniden yalıya gidip gelmeye başlar. Birbirlerine aşklarını ilan edemeyen sevgililer eski günleri yeniden yaşamaya başlarlar. Derken “eylül” gelir. Bu ay, Suat Hanım için kadınlığının bir sonbahar ayı gibidir. Evlilikte aradığı mutluluğu, seveceği erkeği bulamamış bir kadın olduğunu düşünür. Necip ise mutlu olabileceği bir kadına ulaşamamanın acılarıyla kıvranmaktadır. Süreyya Bey, Suat Hanım ve Necip bir gün sohbet ederlerken konakta bir yangın çıkar. Herkes dışarı fırlar. Fakat Suat Hanım odasına kapanır, yardım çağrılarına cevap vermez. Necip, sevdiği kadını kurtarmak için alevlerin içine dalar. Süreyya Bey de onun ardından koşar. Ancak Suat Hanım’ı kurtaramazlar. üçü de yangında can verir.”
Haydi birkaç alıntıya bakalım;
“Ben seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki hiçbirinde rast gelmiyorum... Öyle bir şey ki işte bütün endişelerim senin yanında mahvoluyor.”
“Evde kalırsa daha ziyade canı sıkılacağından korktuğu için cesaret edip bir şey söyleyemiyor, muğber olacağından, hiddetleneceğinden korkuyordu. Fakat bir gün sandaldan da bıkacak değil miydi? Sandal da onu sıkacaktı, o zaman ne yapacaktı?”
“Bazen bunun sonunu bir çukur gibi, hayalinde birden kararan nihayetsiz ve karanlık bir boşluk gibi görüyor, bir raşe-i hirâs ile üşüyerek melul kalıyordu.”
“Ve ilk defa burada gelen bu fikir onu hiç terk etmeyen bir müziç hastalık oldu. İlk zamanlar, bunu tabii olarak düşünüp bu fikrin kalbine verdiği acılıkları katre katre tadarken bir gün oldu ki yalnız kalıp rahat rahat onu düşünmekistemeye, hatta düşünmek için cebr-i nefs etmeye
kadar vardı; bu bir nevi tabiintihar gibi, bir nevi zehirlenme gibi oluyordu. Her şeyin ilk mebzuliyet-i amal ve elvandan sonra tedricî bir intifa ile hüzün ve melale, kasvet ve zulmete gidişi onu damla damla öldüren bir muhaddir gibi geliyor ve kendisi buna kurban olduktan sonra bunun sade kendisi için olmayıp böyle umûmî bir kanun olduğunu görmekten acı bir teselliyet buluyor, garip bir mesti-i fütur ile kalıyordu.”
“Fakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar... Hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle görerek, anlayarak, bile bile hayat ve saadetten feragate tahammülden başka bir şey mümkün değil mi?”
“E, sonbahar bu… artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir? Eylül, malum ya, hüzün ve matem ayıdır.”
İş Bankası Yayınları, Türk Edebiyatı Klasikleri dizisi içindeki güncel dile adapte edilmiş olan, benim okuduğum versiyonunun tanıtım yazısında bakın ne diyor; “Servet-i Fünun dergisinde 1900 yılında tefrikaya edilmeye başlanan Eylül, yazarına büyük bir şöhret; edebiyatımıza da psikolojik romanın ilk başarılı örneğini kazandırır. Roman, konusunu döneminde oldukça revaçta olan yasak aşktan alır. Fakat Eylül’de yaşanan aşk masumiyet ve yüceliğine gölge düşürülmeden korunmak istenir. Böylece bakışların konuştuğu, müziğin eşlik ettiği, neredeyse sessiz bir ilişki başlar. Öte yandan karakterler mutluluğu, sevgiyi, toplumsal bağları sorguladıkları; ihtiraslar, çelişkiler, yükseliş ve düşüşlerle dolu oldukça sesli bir iç dünya içindedirler. Mehmet Rauf bu dünyayı İstanbul’un muhteşem güzellikteki Boğaz köyleriyle, müzikle, mevsim geçişleriyle ilmek ilmek örerken duygu betimlemeleri ve tahlilleriyle de unutulmaz bir eser yaratır.” Mehmet Rauf’un bu en meşhur eserini okumanızı hararetle öneriyorum. Yakında başka eserlerinin kritikleri de burada ilginize sunulacak.