Altmış yıllık yazı hayatında şiir dışında pek çok eser kaleme alan Halid Ziya modern Türk edebiyatına romanları ve hikâyeleriyle damgasını vurmuş bir yazardır.

Türk romanının büyük ustası olarak kabul edilir. Edebiyata Fransızcadan ve İngilizceden bâzı küçük hikâyeler çevirmekle girmiştir. Çeşitli konularda yazı ve makalelerin ardından nesir niteliğinde şiirler yazmış, bu ürünlerine “mensur şiirler” adını vermiştir. Bu hazırlıklardan sonra ilk roman denemelerini yaptı. 1886-1908 yılları arasında sekiz roman kaleme alan yazar, bu türdeki ilk eserlerini Fransız realistleri ve natüralistlerinden etkilenerek yazdı. Acemilik dönemi ürünü olan ilk romanlarından sonra Ferdi ve Şürekâsı ile olgunluk dönemine girdi ve ardından Servet-i Fünûn'un edebî beyannâmesi olan Mâi ve Siyah’ı kaleme aldı. Romanlarında olaya dayanan anlatım yerine kahramanların iç dünyasını sanatkârane üslûpla tahlile dayanan yeni bir anlayış benimsenmiştir. Eserlerinde toplumsal mesaj verme endişesi taşımaz. Romanı, insanın iç dünyasına ait bir tür olarak görmüştür.

Yazarın ilk romanı Sefile 1886 - 1887’de gazetede tefrika edilmesini rağmen devrin sansürünün izin vermemesi yüzünden kitaplaşamamıştır. İlk defasında kitap olarak basılamamış olduğu için belki de ilk realist Türk romanı ismini alamamıştır ama bunu hak ettiğini düşünen pek çok uzman bulunmaktadır. Bu roman sosyal sorunları olan, hayatın ızdırap ve sefaletleri yüzünden düşmüş bir kadının,  aşkı yüzünden iffetini kaybedip fuhuşa sürüklenen ve trajik bir şekilde ölen bir Müslüman Türk kızının hikayesini anlatır. Fuhuş alemlerinde yaşayan genç Türk kadınlarını anlatması eserin yasaklanmasının başlıca sebeplerinden birisi olmuştur; diğer bir sebep de Sefile’nin kahramanının kadın hakları konusundaki cüretkar söz ve davranışıdır. Ahmet Mithat’ın Henüz On Yedi Yaşında adlı romanına antitez olarak realist bir anlayışla yazılması açısından da önemli bir eserdir. Roman realist tarzda yazılmıştır. Konu, kişiler ve olaylar Ahmet Mithat'ın Henüz 17 Yaşında isimli romanıyla çok benzerdir, fakat Halit Ziya'nın romanı Ahmet Mithat’ınkine antitez niteliğindedir. Ahmet Mithat ders verme, toplumu bilinçlendirme amacı güderken Halit Ziya böyle bir gayret içerisinde değildir, olayları objektif bir bakış açısıyla okuyucuya sunar. Sefile, Halit Ziya’nın ustalık dönemi eserlerinde kullandığı bazı teknik ve temaların denendiği bir eskiz ve bu noktada farklı okumalara da açık bir ilk romandır.

Uşaklıgil, Nemide’yi yazmaya başladığında on sekiz yaşındadır. Kırk Yıl adlı yapıtında Nemide’nin bir hayâl ürünü roman olduğunu belirtir: “Her genç gibi bende de bir hayal, emellerimin, heyecanlarımın arasında irtisama [şekillenmeye] başlayarak hassasiyetimin daimi bir zairi [ziyaretçisi] bir genç kız hayali vardı ki, (…) ve hayalimin menşuru [prizması] arasından onu, yarı karanlık bir aynaya uzaktan inikas etmiş bir sima gibi seyyal [akıcı] ve mütehavvil [değişken] görürdüm. (…) o sadece mütebellir [belirgin] bir hülya, bir genç kız şeklini almış bir mefkure [ideal] idi; (…) dokunulursa solacak, yakından bir nefes dokunursa ölüverecek kadar rakikti [hassastı]. İşte ‘Nemide’ bu hayalden doğdu,(…).”

Eserin konusu Göde’ye göre kısaca şöyle; Romanın başlangıcında, Mazlume, Beyazıt Camii’nde barınan bir dilenci kızdır. Ailesini kaybettikten sonra ev sahibesi olan merhametli Rahime Hanım’a sığınan Mazlume, bu ihtiyar kadın da ölünce sokakta kalır. Beyazıt Camii’nde on beş gün geçirmiştir. Bu sırada onu bu vaziyette gören, orta yaşlı bir kadın olan Mihriban Hanım, görünüşte yardım etmek isteğiyle, onu evine götürmek ister ve uzun ısrarlar neticesinde ikna eder. Mazlume, içinde bulunduğu zorlu şartlara rağmen bu teklife tereddütle yaklaşmıştır, sanki ileride olacakları hissetmiş gibidir. Fakat bütün bu hislerini göz ardı edip teklifi kabul eder. Çünkü çaresizdir. Eve geldiği ilk gece de rüyasında kendisini göklerden çamura düşerken görür. Bütün bu bilinçaltı mesajlarının hakikî olduğu, eve geldikten on gün sonra anlaşılır. Mazlume, bir akşam İkbal Hanım’ın odasına giren bir adam görür ve bu evde fuhşun gerçekleştiğini anlar. Böylece İkbal’e ve Mihriban Hanım’a karşı nefreti başlar. Bu sırada Mihriban Hanım ve İkbal Hanım’ın geçmişleri uzunca anlatılır. Mihriban Hanım, zengin bir adam ile gönül eğlendirirken onun nikâhına geçer, kızları İkbal doğar ve Mihriban, kocası öldükten sonra mirasına konar. İkbal, babasının ölümünden sonra çapkın bir hayat yaşamaya başlayan annesinin fuhuş yaptığını görünce anneliğin kutsallığına inancı yıkılır ve annesinden nefret etmeye başlar. Parasını umarsızca savuran Mihriban, kızını hiç tanımadığı bir adamla evlendirir. Bir süre sonra İkbal de kocasını sevmediği ve annesinden nefret ettiği için bir tepki olarak fuhşa başlar. Bu sırada Mihriban bütün parasını kaybetmiştir. İkbal, tanıştıktan sonra İhsan’ı da fuhşa sürükler ve bir süre sonra kendine âşık eder. Bunu fark eden Mazlume İhsan’a acırken İkbal’den nefret etmektedir. İkbal, fuhşun ve aşk acısının tahribiyle hastalanmıştır. İhsan; İkbal’e daha iyi bakabilmek için onu, Mihriban’ı, Mazlume’yi kendi köşküne götürmüştür. İkbal bu köşkte ölür ve İhsan da Mazlume’yi bu köşkte fuhşa sürükler. Bunu takiben Mazlume’ye evlenme teklifi eder ve Mazlume de bunu kabul eder. Mazlume ile İhsan başka bir köşke taşınırlar. Burada mutlu bir yaşam sürerken İhsan’a bir mektup gelir: annesi ölüm döşeğindedir ve onu çağırmaktadır. İhsan annesinin yanına gidip döndüğünde hayatları tamamen değişmiştir. İhsan vicdan azabından dolayı devamlı içmeye başlar ve Mazlume de İhsan yüzünden acı çekmektedir. Bu acı bir süre sonra nefrete dönüşür. Mazlume bu nefretin tesiriyle İhsan’dan intikam almak ister ve Mihriban ile dışarı çıkıp İhsan’ı aldatır. Kıskançlık, İhsan’ın sönen aşkını depreştirir ve bunun için de acı çekmeye başlar. Mazlume sonradan bu eylemi yüzünden pişmanlık duyar. Mazlume bu sırada hamile olduğunu öğrenir fakat İhsan çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmez. Mazlume bunun üzerine Mihriban ile evi terk eder ve tamamen fuhşa karışır. Mihriban ve fuhuşhanede bulunan hanım, Mazlume’nin çocuğunun düşmesini sağlar ve Mazlume bundan sonra hastalanır. “İskat-ı cenin (çocuk düşürme); ihtinak-ı rahm (isteri), seyelan-ı dem (hemoraji, kan akması) gibi zavallı kıza iki illet-i müthişeyi (korkunç hastalığı) musallat etmişti”. Mazlume bütün bunlardan İhsan’ı sorumlu tutmaktadır. Mazlume’nin hasta halde yattığı yere bir gece İhsan müşteri olarak gelir. Mazlume onu tanır ve intikam duygusuyla üzerine atılarak boğazındaki damarları koparır. İhsan’ı öldürmesinin peşi sıra kendisi de İhsan’ın cesedinin üzerine yığılır ve ölür. 
Kısa birkaç alıntı;
“Henüz beş yaşındayken hamisiz (koruyucusuz), muinsiz (yardımcısız) kalmak! Validesinin saye-i himayetinden (koruyucu gölgesinden) asla ayrılmamışken sefalete göğüs germek, yaşayabilmek için hayatla pençeleşmek, her türlü ihtiyacattan mahrum olarak bir ömür sürmek (…) Fakat Mazlume hâlinin vahametini (tehlikesini) tamamen derk edecek (anlayacak) kadar mülahazaya muktedir değildi ve hakikate vukufa da (gerçeği bilmeye de) mecbur olmadı. Çünkü zavallı kız mahrumu olduğu himayeti (korumayı), velev muvakkat (geçici olsun) buldu.”

İkbal, okuma yazma bilen çok zeki bir kadın olmasına rağmen, para kazancının tek yolunu fuhuşta görmüştür. “O zamanlar fuhuş benim için bir medar-i teselli (avunma sebebi) idi. Lâkin şimdi bir ihtiyaç-ı nakdîden (para ihtiyacından) ibaret kaldı. (…) Bana verdileri para kadar muhabbet satıyorum.”

Algül’e göre; Romanın henüz başlarında sarı renge gönderme yapılır. Yazar on altı yaşında dediği Nemide’nin fiziksel özelliklerini sayarken “Vücudunun çelimsizliği, cildinin saydamlığı Nemide’yi nemli bir yerde açmış sarı bir çiçeğe; yahut bir bahar bulutuna benzetirdi” vurgusunu yaparak hem kahramanın güçsüz bir bedene sahip olduğunu açıklar hem de sarı renge değinir. Sarı, renk olarak romantizm akımında hastalığın göstergesidir. Romanda da başat kişilerden Nemide verem olarak okurun karşısına çıkarılmıştır. Nemide’nin yüzündeki sarılık zaman zaman sapsarıya döner: “Bir genç kız görülür ki, tutup terzisinin ufak bir eksiğine öfkelenmiştir, dudakları titriyor, gözleri kanlanmış, benzi sapsarı kesilmiş, vücudu kuvvetli titremelerle kemikleri çözülecekmiş gibi sarsılıyor,(…)”. Hastalık nöbetleri geldikçe bu alıntıda olduğu gibi yüzü değişir, sarılaşır. Nemide’nin yüzündeki sarılık psikolojisinin de bozulmasına neden olur. Bir gün aynaya bakar: “(…) dirseğini mermerin üzerine dayayarak bir zaman hazin hazin kendisini seyretti. Yüzünde korkunç bir sarılık vardı, genç kız görünüşünden ürktü.” . Bu ürküntü ağlamasıyla sonuçlanır: “(…) büyük bir gürültü ile kapısını kapattı, kendisini sedirin üzerine attı, hüngür hüngür ağlamaya başladı.”. Nemide’deki sarı renk, roman boyunca hastalık dışı unsurlarla da varlığını sürdürür. Romanda Nemide sarı saçlı bir kız olarak anlatılır. Nail’le Nemide arasında geçen bir konuşmada sarı saçlarına değinilir: “Nemide, sanki genç amcaoğlundan bir adım uzakta bulunursa onun varlığının tadından mahrum kalacakmış gibi Nail’in yanına çıktı, vücudunu yarı eğdi, sarı saçları amcaoğlunun omuzuna döküldü.”. Nemide’nin zayıf kolları sarı saçlarını yapmakta yetersiz kalır: “Özenle saçlarını taramaya başladı, hatta bir tarafını da gevşek bir şekilde örmeyi başardı, lâkin öteki tarafını örmeye zayıf kollarındaki kuvvet yetmedi. İnce parmaklarını saçlarının sarı telleri arasına sokarak üçe ayırdı.”. Nemide’de sarı rengin gözükmesine diğer kahramanların eylemleri, sözleri de neden olur. Nemide’nin elini nişanlısı Nail tutunca sararır: “Nemide gözlerini kaldırdı, sarı benzini hafif bir kırmızılık kaplamıştı.”. Nail’le Nahit arasındaki gizli aşk, Nemide’nin keyfini kaçırır, sararmasına neden olur: “Nahit’in elinde bir hiddet eseri, çehresinde bir isyan nişanı vardı. Elini Nail’in elinden çekmişti. O zaman Nemide anladı, sapsarı kesildi.”. Nemide’nin ısrarıyla başlayan sandal gezisinde de sarı renk ortaya çıkar. Akıntılara sürüklenen sandalda Nahit düşer. Bu duruma Nail tepki gösterir. Bu tablo karşısında “Nemide sapsarı kesilmiş, dişleri kilitlenmişti.”. Nemide’de görülen sarı rengin yoğunluğu okurun Nemide’ye yönelmesini de sağlar.

Zeynep Uysal’a göre; Yazarın Sefile’den Kırık Hayatlar’a giden ve burada son halini bulan büyük romanı, “bireyleşme sancısının, cemaatten kopuşun, bireysel arzularla toplumsal ahlak uzlaşmalarının arasında sürüklenişin” romanıdır.

Kitap olarak ilk kez 2006 yılında yayınlanan bu anlatıyı, Halid Ziyanın yeni bulunmuş bir yazın eseri olarak heyecanla okumak; daha önce üzerinde yazdığımız Ahmet Mithat’ın Henüz 17 Yaşında isimli eseri ile karşılaştırmak gerçekten önemli saptama ve kavrayışlara varmaya imkan veriyor…