13 Yüzyıl Tarikat Yapılarını Bugünün Siyasallaşmış Tarikatlarına Kök Ve Kaynak Yapmaya Çalışmak...

Ahi Evran üzerinde tarihsel gerçeklere uymayan birçok uydurma şecere ve fütüvnameleri kalkan tutarak efsaneler hikâyeler üzerinden Ahiliği anlatmaya çalışma gayretlerin hiçbir bilimsel karşılığı olamaz.

Üniversitemiz üniversite olalı gerek şehir tarihi gerek Ahi Evran ve diğer Kırşehirli ünlü mutasavvıf şairlerimizle ilgili en ciddi çalışmalar itiraf edelim ki bir dönem Ahilik Araştırma Merkezi Müdürlüğü ’de yapan Prof.Dr. Mehmet Fatih Köksal ve ekibi tarafından yapıldı. Bu bir gönül inanma ve adanmışlık sorunuydu. Kendileri bu konularda bilimsel olarak çok değerli katkılar sundular ve sunmaya devam ediyorlar. Fatih Hoca’mız; Ankara Gazi Üniversitesi’ne bağlı fakülte sürecinden nihayet Ahi Evran Üniversitesi Kuruluşu ve devamında bu konuda kattığı değerlerle haklı olarak anılmaktadır.
 

Türkiye’nin bütün önemli kütüphaneleri taranarak Kırşehir konulu ve kaynaklı eski ve yeni harfli kitap ve süreli yayın ne kadar doküman varsa asılları ya da birer nüsha suretleri, şeriyye sicilleri, tapu tahrir defterleri başta olmak üzere Kırşehir hakkındaki bütün tarihi evrakın mikrofilmlerini veya CD’lerini toparlayıp araştırmacıların önünü açabilecek bir üniversite donanımı maalesef yok.

Son dönemde üniversite dâhil birçok merkezde kimi odaklarca “fütüvvet Okumaları” adıyla “bu alanla hiç olmayan kimseler” in seçilerek, “13 yüzyıl tarikat yapılarını bugünün siyasallaşmış tarikatlarına kök ve kaynak yapmaya” çalışan çeşitli cemaat eğilimler maalesef hala mevcuttur ki üniversite yönetimleri, ilgili bölüm dekanları ve hatta alanının da donanımlı hocalar çoğunlukla bu duruma katılmasalar da üzüntüyle ibretle izlemektedirler.
Bu ve benzeri tarihsel çarpıtmalar sadece bu alanda olmamakta Milli Mücadele Cumhuriyet Devrimleri ve hatta büyük kurtarıcımız ve devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk üzerinde de gözlenmektedir.

Öyle ki Türk tarihine ilgi duyan bir Sayın Vali’nin daha yakınlarda bu duruma tepki göstererek ”Ne fütüvvet okumaları. Ahilik okumaları deyin adını koyun” dediğine bizzat şahidim
 

Ahi Evran üzerinde tarihsel gerçeklere uymayan birçok secere ve “fütüvnameler”de Hz. Muhammed’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu ve İmam Ali’nin damadı gibi, sözde bilgi dayatmaları, dahası “Evren” lakabının Ahi Evren’in Bedir gazasındaki başarılarından dolayı verildiği gibi uydurma bilgiler konuyu kutsallaştırmak için efsanelerle süslemekten öte bir anlam taşımamaktadır.[1]
 

Fütüvvetnağmeler’de geçen ve sözde Ahi Evran’ı yüceltmek adına ona olmadık üstün payeleri veren, bunlardan da efsanevi kahramanlıklar çıkartarak uydurma hikâyeler üzerinden Ahi Evran’ı anlatmanın hiçbir bilimsel karşılığı olamaz.  Vaktiyle kendini Ahiliğe adamış “Ahi Soykut” ünvanlıyla anılmış Refik Soykut’ın daha 1971’de bu konuya şu şekilde dikkat çekmiş olması hiçte şaşırtıcı değildir.

Ahi Evran hakkında devam ede gelen, ya da kitaplarda sözü edilen bu gibi efsaneler ve destanlar üzerinde durulursa, insan ister istemez Ahiliğin temel ilkelerinden, özellikle ‘İnanıp yararlı is görme’ gibi gerçeklerden uzaklaşmakta, bir yığın ihtimaller arasında bocalamaktadır. Bilindiği gibi; tarikat silsile namelerinde başlangıcı geçmişteki bir ulu kişiye götürmek temayülü vardır. Sunnî tarikatlar kökü Hazreti Ebubekir'e ve bezen de Hazreti Abbas'a götürürler. Alevî'ler Hazreti Ali'ye ya da imamı Cafer'e kadar varırlar. Bu türlü davranışlar başkalarında da böyledir. Meselâ Masonlar Hazreti Süleyman'a ve onun zamanındaki duvarcı ustası Hiram Abif'e kadar uzandıklarını söylerler. Böylece o tarikat mensupları ne kadar eskilere giderlerse derece köklü ve hatta yararlı bir tarikatın  (yolun) yolcusu olduklarına inanırlar. Ama bu türlü inanmalar bilimsel nitelikten uzak sanılardır. İşte bu nedenle biz, önceki araştırmacı yazarlardan bazılarının aksine bütün efsaneleri bir tarafa çekip, bilimsel değeri olan belgeler ve uygulamalar üzerine eğilmeye gayret edeceğiz.”[2]
 

Ahi Evran’ın hayat ve şahsiyetini anlatan secerenâme özeti, kronolojik olarak gerçeklere uymaz. Çünkü XIII. Yüzyıl’da doğduğu kesin olan Ahi Evran’ın, Bedir Şavaşı’na katıldığını kabul etmek mümkün değildir. Secerenâmeler’de Ahi Evran’ın Hz. Ali’nin kızıyla evlenmiş olarak gösterilmesi de öyledir.[3] Burada yapılmak istenen kaynak fütüvvetnameler’e göre, fütüvvet’in ilkin Hz. Muhammed’e gelmiş, ondan da Hz. Ali’ye geçmiş olmasıyla ilintilidir.
 

Şecerenameler zaten menakıplara dayanır ve menakıpnameler temsil veya manevi bir dil ile lideri veya şeyhi silsile olarak peygamberimize dayandırma gayretidir ve bu bir gerçeklikten ziyade meşruiyet arayışıdır ve Bektaşilik de dâhil tüm tarikatlarda vardır. Hatta hatırlatırım ki “hain Fettullah Gülen Tarikatı-Cemaati”nde dahi Gülen’in ana tarafından ve baba tarafından bir ucunu peygamberimize bir ucunu Hz. Ali’ye bağlama gibi algılar oluşturup kutsallık imajı oluşturdukları da bilinir ki hemen tüm tarikat liderlerinde silsileyi temsili peygambere dayandırma gayretleri yaygın gözlenir.
 

Velayetname ’deki Ahi Evran bölümü de bunlardan biridir mesela... Mesele bunların olması değil bunların tarihi gerçeklik olarak nitelenmesinde ortaya çıkar ki tarihsel olarak da bu konuşulmaz da yazılmaz da. Sadece silsileyi temsili peygambere dayandırma gayretidir. Zaten bu tür yorumlarda genelde maddi manada veya maddi bağlamda değil mana bağlamında kabul edilir.  Tarikat da birinci derecede bu şecere zemini üzerine kurulmaz. Tarikatların Hz. Ali üzerinden Hz. Peygambere bağlanması kendi meşruiyetlerinin bir aracı olarak kullanılmasından başkaca bir şey ifade etmez.
Geniş halk kesimlerine nüfuz edebilmek için dönemin tarikat yapılarında hadiseleri kutsallaştırmak yönünde mistik boyutlar hep öne çıkmıştır.
Bir örnek daha vermek gerekirse Mevlana hakkında temel başvuru kaynakları sayılan Mevlevi Ahmet Eflâkî’nin  “Manakib al-Ârifin” adlı eserini de tümden doğru bilgi saymak mümkün değildir

Bu eserin Farsçadan Türkçeye çevirisini yapan Prof.Dr. Tahsin Yazıcı kendi yazdığı Önsöz’ünde genel olarak menakibnâmelere, özelikle de çevirdiği Mevlevi Ahmet Eflâkî’nin  “Manakib al-Ârifin” adlı eseriyle ilgili olarak “çok zengin bilgiyle birlikte, gerçekle bağdaşamayacak birçok söylentiyi de kapsayan bu eserden faydalanırken dikkatli olmak gerektiğine” vurgu yapar ki dünden bugüne hemen tüm inanç eksenli tarikat yapılarında da bu durum görülür. Çevirmen; “Eserin Eleştirisi” adlı bir bölüm açarak  “menakıbnâmeler”in dönemsel tarzları içinde yazanların şeyhlerini yücelmek için ona gerçekle uyuşmayan olağanüstü sıfatlar yüklemesine dikkati çekerek özetle şöyle der:

Müslüman velilerine dair yazılan kitaplar içinde en çok incelenip üzerinde durulan eserlerden biri Eflâkî'nin çevirisi sunulan bu kitaptır. Şüphesiz o,bu şansı biraz da Mevlânâ'yı konu olarak almasına borçludur. Gerçekten de, bu büyük insan ve mutasavvıf sair hakkında yazı yazan herkes, ya doğrudan doğruya veya dolayısıyla bu eserden faydalanmak gereğini duymuştur. Ancak, çok zengin bilgiyle birlikte, gerçekle bağdaşamayacak birçok söylentiyi de kapsayan bu eserden faydalanırken dikkatli olmak gerekir. Şeyhini her şeyin üstünde, hatta Tanrı ile bir tutan bir tarikat mensubunun, Şeyhi veya onun soyu sopu hakkında yazacağı bir eserde hakikati olduğu gibi aksettirmesine imkân olamayacağı pek tabiîdir. Bu hale, velilere dair menakibnâme yazan müelliflerin hemen hepsinde (bunların çoğu menakibi yazılan şeyhe veya onun tarikatına mensuptur) rastlanır. Bu itibarla menakıpnamelerin, daima müspet bir bilgi ve mantığın ışığı altında okunması lazımdır. Bir menakibnâmenin gerçek değeri ancak bu şekilde okumakla anlaşılabilir. Bir menakibnâmede, hakikatle hemen hemen hiç bağdaşmayan bilgi ise çok defa müellifin bahsettiği velilerin olağanüstü halleri, yani kerametleridir. Menakibnâme müellifleri, tıpkı peygamberler hakkında eser yazan birçok eski müellifler gibi, bahsedecekleri şahsiyetlerin, kuvvet ve kudret bakımından diğer insanlardan farklı bir varlık olduklarını göstermek için, ya normal addedilecek hallerini mübalâğalandırir veya daha önce yaşamış olan veliler hakkında anlatılan kerametleri onlara izafe ederler. Bir nevi büyü sayılabilen kerametlere, basta Mevlânâ olmak üzere bir kısım veliler inanmazlar.. Bununla beraber, keramete inanmayan bir kısım sofiler ve bu arada Mevlevîler'in, keramete inanmaz göründükleri ve ona erkeklerin âdet görmesi manasına gelen, ‘Hayz-i Rical’, dedikleri halde, bu sahada yazdıkları eserleri kerametlerle doludur. Eflaki’nin çevirdiğimiz bu eseri de aynı kabildendir.” [4]
 

 Ahi Evran’ın Kırşehir’de bulunduğu sıralarda Mekke’den kılınan namazları yönettiği bu noktada ilginç bir örnektir. Yine aynı şekilde bu örnekler Bektaşi inançlarında da görülür ki, bunlardan biri de bugünkü Ankara’ya bağlı ve Kırşehir’e yakın bir noktada bulunan Hasandede’nin Kâbe’yi Hasandede kasabasına getirdiği şeklindedir. Esasen insan ruhunun bedenden ayrılıp başka iklimlere gitmesi motifi Ahiler’ de de, Bektaşiler’ de de Şaman’lıktan kalma izlerin bir ortak paydası gibidir. 
 Adnan YILMAZ
--------------------------
 
[1] Kırşehir Tarihi, Cevat Hakkı Tarım, 2. Baskı Kırşehir il Basımevi, 1947 s.93
[2] Refik Soykut, Orta Yol Ahilik, Güneş Matbaacılık 1971 Ankara. s,48,49
[3] Ahilik, Dr. Yusuf Ekinci, 1989 Ank. s.27-28
 [4] Ahmet Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri (Manakib al-Ârifin), Hürriyet Yayınları, Birinci Baskı 1973,İst.Cilt1.Çevirmen Prof.Dr. Tahsin Yazıcı Önsöz’ü. s 37