YILDIZ MAHKEMESİ SORGULAMALARI - VI

(CEZAYİRLİ MUSTAFA PEHLİVAN’IN İFADESİ)

Taif Zindanındaki 12 mahkûmdan biri olan Abdülaziz’in ikinci Mabeyincisi Fahri Bey, Yıldız Mahkemesindeki sorgulamalarda işkence gören arkadaşlarının ifadelerini tutanak halinde kayda devam ediyor. Bugün, Mabeyinci Fahri Bey gibi gördüğü işkencelere direnerek istenilen değil doğru bildiğini söyleyen Cezayirli Mustafa’nın ifade tutanağını sunuyorum. Bu tutanağın tarihi 4 Eylül 1881 dir:

“Sultan Murad’ın 13 seneden beri dairesinde bulundum. İlk beş sene köşk bekçiliği memuriyetinde idim. Sonradan Sultan Murad’ın büyük oğlu Şehzade Selahaddin Efendi’nin özel hizmetinde idim.

V. Murad olarak tahta geçişi üzerine Esvab Odasına naklolundum.

Pehlivan Mustafa ve Hacı Mehmed’in ifadelerinde beyan edildiği gibi Sultan Aziz’in hizmeti için emektarlardan kim isterse yüzer lira maaşla gönderileceğini ilan ettiler. Orada yalnız üç-dört haftada bir kere dışarı çıkmaya izin verileceği için güç bir hizmetse de o aralık bekâr olduğumdan kabul ettim.

Bunun üzerine Nuri Paşa beni çağırıp memuriyetimizi söyledikten sonra arkadaşlarım Pehlivan Mustafa ve Hacı Mehmed ile ve sonradan bir kere daha çağırıp Kızlarağası Süleyman Ağa ve Başmabeyinci hazır oldukları halde memuriyetimizi tebliğ etti.  

Ondan sonra biz üçümüz yanımıza katılan 4 Haremağası ile Cumartesi ( 3 Haziran 1876) günü Fer’iye’ye gittik. Araplar (Haremağaları) Hareme girdiler. Biz üçümüz karakolda kaldık. Çünkü Harem Dairesinde erkeklere ait daire olmadığından, bize uygun yer hazır edeceklerdi. Biz onu beklerken ertesi gün ( 4 Haziran 1876) sabahı Harem Dairesinden bir feryat koptu. Pencereler ve kafesler kırılıp dökülmeye başladı. Bir zâbit ile askerler Harem Dairesi kapısına doğru koştular ve kapıyı açtılar. Merhumun kendi kendisini öldürmüş olduğunu haber vermiş olduklarından asker silahsız olarak içeri girdi. Pehlivan Mustafa askerle beraber ve Hacı Mehmed daha sonra içeri girdiler. Ben işi anlamazdan önce kalabalığa girmek istemediğim için geri kaldım. İlk giren askerlerden bir kısmının içerden çıkması üzerine ben de işi layıkıyla anladığımdan ikinci defa giren asker, memurlar ve hademelerden oluşan grupla içeri girdim ve yukarı çıktım.
Pehlivan Mustafa orada 40-50 kadar adamla merhumun cesedini perde içine koymaya çalışmaktaydı. Aleyhimize şahitlik eden Araplardan ikisi de orada ağlamaktaydılar. Merhumun bulunduğu köşe minderi kanla bulaşıktı. Orada bir de Mushaf-ı Şerif gördüm. Cenaze ile beraber dönüp karakola geldim.

Ondan sonra toplanan bakanlar Fahri Bey’i çağırıp, işi sorduklarında biz de oradaydık.

O aralık Nuri Paşa’yı gördük. Nereye gideceğimizi sorduk. Yataklarınızı alın Dolmabahçe Sarayına gidin, demesi üzerine biz de cenazenin naklinden sonra Dolmabahçe Sarayı’na gittik. Ben yine ski hizmetime girdim.

Sultan Murad’ın hal’inden sonra birlikte Çırağan Sarayına naklolunduk. Orada da bir buçuk sene kaldıktan sonra beş yüz kuruş maaşla çirağ oldum. Üsküdar’daki haneme çekildim. Orada bir sene kadar kaldım. Sonra İzmir Belediyesinde Zabıta Komiserliği daveti üzerinde orda iş başladım.

28 Mart 1881 de beni İstanbul’a götürmek için Saray-ı Hümayundan gelen bir Çerkes Çavuş ile beraber İstanbul’a geldim. Beni Ali Ağa’nın kulübesine misafir ettiler. Yarım saat sonra Mabeyinci Ragıp Bey geldi. Beni huzur-i hümayuna götürdü. Girdiğimizde odada kara sakallı bir katip ile Ragıp Bey beni sorguladılar.

-“ Abdülaziz merhumun katlinde bulunduğunuzdan dolayı celp ettik” diyerek işin nasıl olduğunu sorması üzerine ben de nasıl gittiğimizi ve ne halde bulunduğumuzu yukarıdaki gibi anlatırken, bitişik odanın açık kapısından Zat-ı Şahane bana hitaben:

-“Be çapkın herif!.. İzmir’e gidip oğlan ve karı ve kumar ve işretle ettiğin rezaleti ben bilmiyor muyum? Milletimi batırdınız” diye bir takım sözlerle azarlamaya başladığında huzur-i hümayunda bulunduğumu anladım. Zat-ı Şahane kapının arkasından bana birçok soru sordular. Ben de hepsinin dosdoğru cevaplarını verdim. Bunun üzerine buyurdular ki:

-“ Ah o hınzır Pehlivan Mustafa! Üç gündür bana çok zahmet verdi ve beni üzdü. Aferin sen doğru söyleyeceksin. Hem de o mel’un Pehlivan Mustafa önce bana Mahmud Paşa ile haber göndermişti. Sultan Murad’ın işini bitireyim, diye. Ben hiç biraderime öyle hıyanette bulunur muyum? “ Ben de:

-“ Evet efendim!. Hâşâ böyle bir şeyi elbette kabul buyurmazsınız” dedim. Bunun üzerine:

-“Abdülaziz’i öldürmüş olduğunuz tahakkuk ediyor. Nasıl olduğunu doğru söyle” diye irade buyurmaları üzerine ben:

-“ Aman efendim, bu iş yalan ve iftiradır” demekle beraber kahır ve üzüntümden ağlamaya başladım. O sırada Zat-ı Şahane kâtip ve Ragıp Bey’i yanına çağırdı. Ben yalnız kaldım. Yanıma bir musahip geldi. Zat-ı Şahanenin:

-“Ben onu İstanbul’da bir memuriyete tayin edip, bol maaş vereceğim. Müsterih olsun” diye irade buyurduklarını söyledi. Ben de memnun olup, teşekkür ettim. Ondan sonra kâtip ile Ragıp Bey yine yanıma geldiler. Kâğıt üzerine birçok şeyler yazdılar ve benden mührümü istediler. Ben ne yazıldığını bilmiyordum.  Kâğıdı mühürleyecekleri sırada, Zat-ı Şahane;

-“ Kâğıdın aşağısında üç defa “Vallahi” diye yazıp öyle mühürlettirin” diye buyurmaları üzerine öyle yazdılar ve mührümle mühürlediler. Ondan sonra beni yine Çadır Köşküne gönderdiler.

Orada bizim ile Fer’iye’ye giden üç Haremağasını gördüm. Pehlivan Mustafa’nın da kapalı bir yerde hasta ve inlemekte olduğunu sesinden anladım.

O akşam Mustantik (Sorgu Hâkimi), Mehmed Egendi ile gözlüklü bir kâtip yukarıda bir odada beni sorguladılar. Ben yine hakikati söylediğimden:

-“Doğru söyleyeceksin” diyerek beni aşağı indirdiler. O sırada memur geldi. Pehlivan Mustafa’yı ve Harem Ağalarını Harem Dairesine götürdüler. Beni de Harem Dairesine celp ettiler. İçeri girdiğimde Pehlivan Mustafa’ya beni gösterdiler:

-“ Arkadaşın bu mudur?” dediler. O da:

-“ Evet budur“ dedi. Sonra beni bir başka odaya koydular. Orada Haremağalarını gördüm. Yine evvelki kâtip ve Ragıp Bey beni sorgulamaya başladılar. Haremağaları:

-“İşte merhumun dizlerine oturan budur” dediklerinde hayret ve şaşkınlık içinde:

-“ Aman Allah’ım bu nasıl iftiradır” diyerek olayı tafsilatlı anlatarak reddettim. Oradan beni Malta Köşkü’ne gönderdiler.

Sümbül Ağa’nın odasında tam on gün kaldım. On birinci gün akşamdan sonra beni yine Harem Dairesine götürdüler. Vardığımda Arapları (Haremağalarını), Pehlivan Mustafa’yı ve Hacı Mehmed’i birlikte orada gördüm. Ragıp Bey, Besim Bey ve Küçük Tahir Ağa da oradaydılar.

Ragıp Bey sorgulamaya başladı. Ben yine evvelki gibi doğruyu söylerken Zat-ı Şahane içeri girdi:

-“Hınzır, kerata, pezevenk” diye birçok küfürler ettikten sonra Pehlivan Mustafa’ya;

-“ Şu herifin yüzüne karşı söyle” diye buyurmalarıyla Mustafa’nın itiraflarını ve Hacı Mehmed’in de onu tasdik ettiğini işittiğimde aklım başımdan gitti;

-“ Aman Mustafa bu nasıl sözdür?” diyerek tekrar, bizim nasıl gittiğimizi ve karakolda nasıl kaldığımızı hikâye etmek istediğimde Mustafa benim yanıma gelip kafama ve göğsüme birer yumruk vurduktan sonra;

-“ Be hey hayvan herif!.. Benim dediğim gibi söyle. Efendimiz vaad ve söz verdi. Hiçbir zarar ve ceza olmayacaktır. Efendimizin bundan anlayacağı bir iş vardır. Aradığı başkadır. Sen, biz yaptık diye söyleyiver. Ne korkuyorsun?” demiş ise de ben:

-“ Allah’tan korkmayarak nasıl söylerim” der demez, Zat-ı Şahane yanındaki tabancasını çıkardı ve mermiyi ağzına verip namluyu boğazıma dayadı. Küçük Tahir Ağa da tabancasını göbeğime tuttu. Bir taraftan Zat-ı Şahane, Ragıp Bey, Besim Bay ve Tahir Ağa başıma, yüzüme ve sırtıma yumrukla darp ederek beni yıktılar. Bundan sonra Tahir Ağa ve Zat-ı Şahane tabancalarını geri çektiler.
Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmed ve Arapları gönderdiler. Odada Zat-ı Şahane, Ragıp, Besim ve Küçük Tahir ağa olmak üzere dört kişi kaldı.

Yine Zat-ı Şahane tabancasını boğazıma, Küçük Tahir Ağa da eskisi gibi tabancasını göbeğime tuttular. Bir taraftan da dayak atıyorlardı. O arada Zat-ı Şahane eline bir soba demiri aldı. Bu demirle kollarıma ve sırtıma o kadar vurdu ki demir kırıldı ve ben feryat ettikçe:

- “Sesini çıkarma” diyerek herkes bir tarafıma vurmaya devam ettiler. Küçük Tahir Ağa gitti. Zat-ı Şahane Zeybek Mustafa diye birini emrederek getirtti ve ona:
-“Gel şu hınzırı söylet” diye buyurdular. O da:

-“Baş üstüne “ diyerek bana vurmaya başladı. Yüzüme, başıma, enseme yumruk ve tokat vurarak beni yerden yere çarptı. Bir demir soba küreğinin sivri tarafıyla dikine ve çıplak göğsüme vurdu. Sonra onu bırakıp yine yumrukla darp ettiği sırada Ragıp Bey boğazımdan, görmediğim biri de ense tarafımdan boğarcasına tutup beni yukarı kaldırmalarıyla nefesim kesildi. Gözlerim dışarı fırladı ve elbisem paralandı ve vücudum kan içinde kaldı. Bununla da yetinmeyerek, Besim Bey, çenemden yumrukla yukarıya doğru vurmaya başlamasıyla çene kemiklerimin ayrılmaya başladığını hissettim.

Ben ise doğrudan ayrılmayacağımı, nefsime ve hiç kimseye iftira edemeyeceğimi ısrarla söylüyordum. Gerek Zat-ı Şahane ve gerek diğerleri hiddetlenerek:

-“Şu hınzırı köpeğe parçalattıralım” diyerek bir koca köpek getirdiler. Bir kolumdan Zat-ı Şahane ve diğer kolumdan Zeybek Mustafa tuttular. Köpeğe de:

-“ Aport, aport” diyerek beni arz ettilerse de köpek birkaç kere gelip beni koklayıp bir şey yapmayınca köpeği kovaladılar.
Bundan sonra ayaklarımı sobaya sokmak için sobayı kızdırdılar. O sırada bana bir şalvar giydirip, içine bir vahşi kedi getirdilerse de kedi kaçtı.
O gece saat ikide başlayıp saat ona kadar bana işkence ettiler. Sabah olduğundan ayklarımı sobaya sokmaktan vaz geçtiler. Zat-ı Şahane acıktıklarından kendisine yemek ısmarladı.
Beni oturtarak nasihate başladı. Kendisi gibi bir adil padişah gelmediğinden, şeriatın gereğinden ayrılmadığından bahsederken ben de tasdik ederdim. Oradan izin vermeleriyle iki koltuğuma adamlar girerek kan içinde Ali Ağanın kulübesine gidip düştüm.

Orada bir ay hasta ve kuru tahta üzerinde kaldım. Haftada, on günde bir yine Harem Dairesinde sorgulandıktan sonra Çadır Köşküne götürülürdüm. En sonra bir kere de Vükelâ Meclisine (Bakanlar Kuruluna) celp olundum. Orada da hakikat neyse onu söyledim.

Fî 9 Şevval (1)298
(4 Eylül 1881)

Es-Seyyid Mustafa
(Mühür)

İşbu ifadede anlatılan olaylar Cezayirli Mustafa’nın şifahi ifadelerinin aynısı olup Taif’te ikamet süremizde adı geçenin bizzat ve bir defada gerek bizlere ve gerek diğer kimselere anlattığı hikâyelerine tamamıyla uygun olduğu tasdik olunur.

Sadr-ı Esbak Midhat(imza) / Esbak Şeyhülislam Es-seyyid Hasan Hayrullah (Mühür) / Esbak Serasker Mahmud Celaleddin (Mühür) / Esbak İkinci Mabeyinci Ahmed (Mühür)/ Esbak İkinci Mabeyinci Fahri Bey (Mühür) / Miralay Mehmed İzzet (Mühür) / Binbaşı Ali Rıza (Mühür) / Binbaşı Mehmed (Mühür) / Pehlivan Mustafa (Mühür)[1]

CEZAYİRLİ MUSTAFA

Üsküdar’da doğmuş olup babasının adı Halil’dir. Cezayirli diye meşhur olmuştur. Sultan Murad’ın veliahtlığında on dört sene kadar Kurbağalıdere’deki çiftlikte hizmet etmiştir. Murad’ın hükümdarlığında Esvapçı başı olmuş ve sonra yüz lira maaş ve otuz lira elbise parası verilerek Fer’iye’deki sabık hükümdar Abdülaziz’in emrine verilmiştir. Sultan Aziz’in ölümünde dahli olduğu sanıklığıyla İzmir’de Belediye Çavuşluğunda bulunurken tutuklanmış 1881 de bilfiil Taammüden Katil olduğuna hükmedilip idama mahkûm edilmiş ve sonra idamlıkların müebbet hapse tahviliyle de Taif Kalesinde mahkûm olarak hapsedilmiştir.

Cezayirli Mustafa 27 senelik hapisten sonra 1908 de Meşrutiyetin ilanıyla sağ kalan iki arkadaşıyla (Mabeyinci Fahri Bey ve Hacı Mehmed) birlikte serbest kalarak İstanbul’ a dönmüştür. Evi Üsküdar’da Kapıağası Mahallesinde 46 numarada olup Ağustos 1887 tarihli mektubundan anlaşılacağı üzere burada kızı Nazire Hanım oturmaktaydı. [2]

[1] Bekir Sıtkı Baykal, Mabeyinci Fahri Bey’in Hatıraları TTK yy. 2. Baskı Ank-1989 sh: 79-83

[2] Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları TTK yy 3. Baskı -1992 sh:139-140