Bir mahkeme düşününüz:
Davacı: Sultan Abdülhamid’dir.
Dava Konusu: Beş sene önce intihar eden amcası Sultan Abdülaziz’in intihar etmeyip öldürüldüğü iddiasıdır.
Sanıklar, davacının Sarayında çadırlarda sorgulanmaktadır.
Davacı Abdülhamid, sorgulamada bizzat bulunmaktadır.
Davacı Abdülhamid, sanıklara bizzat işkence yapmakta ve yaptırmaktadır.
Bu sorgulamada işkence görenlerden biri, Abdülaziz’in ikinci Mabeyincisi Fahri Bey’dir. Fahri Bey bu sorgulamalarda maruz kaldığı işkenceleri, Müebbet Hapis ile 1881 de 27 yaşındayken girdiği Taif hapishanesinde kaleme almış, kendisi gibi müebbet hapis yatan kader arkadaşlarının ifadelerini de toplu olarak imza altına alarak muhafaza etmiştir. 23 Temmuz 1908 de İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine çıkan genel af ile zindanda hayatta kalan üç kişiden biri olan Fahri Bey, İstanbul’a gelmiş ve bu hatıra ve belgelerini muhafaza etmiştir. Kendisi 1921 de vefat eder. Torunu Emekli Albay Fahri Şeren bu hatıratı ve belgeleri Türk Tarih Kurumu’na verir. Türk Tarih Kurumu asil üyesi Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal 1968 de bunu Türk Tarih Kurumu yayınlarından “İbretnüma, Mabeyinci Fahri Bey’in Hatıraları ve Bazı Belgeler” adıyla yayımlar. TTK 1989 da bu kitabın ikinci baskısını yapar. Ve 1.000 adet basılan bu kitap 2023 de ancak biter. 2023 deki fiyatı: 5 TL idi ve TTK bütün yayınlarında olduğu gibi bunda da % 40 iskonto uyguluyor böylece kitap 3.- TL ye satılıyordu. Buna rağmen okuyanı az olan bu kitap, merhum Bekir Sıtkı Baykal’ın ifadesiyle KAYNAK bir eserdir. Bu yazı dizimizde bu kaynak eserden sadeleştirilmiş şekilde sunum yapacağım.
Yer yer de Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın muhteşem eserlerinden aktarımlarım da olacak.
İşkence görenlerden biri de, okuması yazması olmayan ve günlerdir geceli gündüzlü gördüğü işkenceler sonunda, “Abdülaziz’i öldürdüğü” şeklinde yazılan ifadelerine ancak parmak basarak onay veren Yozgatlı Mustafa Pehlivan Çavuş’tur.
İlginçtir ki Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Boyabatlı Hacı Mehmet Pehlivan ve Üsküdarlı – Cezayirli Mustafa Pehlivan ile 3 Haziran 1876 Cumartesi akşamı Fer’iye Sarayına, bahçıvanlık görevi için gelmişler, sabahı 4 Haziran 1876 saat 10.00 sularında Saraydan gelen feryatlar üzerine ilk defa olay mahalline geldiklerinde, Sultan Abdülaziz’i sol kolunun bükümünün biraz aşağısında damarlarını kesilmiş ve kanlar içerisinde görünce Yozgatlı Mustafa Pehlivan ilk müdahaleyi yapar. Yozgatlı Mustafa Pehlivan Çavuş, Abdülaziz’in sol kolundaki kanı durdurmak için cebinden çıkardığı bakır 10 parayı tampon olarak kullanır. [1]
Bugün, Abdülaziz’in vefatıyla üzerinden çıkan eşyalar listesinde bu bakır 10 para arşiv belgeleri arasında mevcuttur.
Yine ilginçtir ki; Abdülaziz’in sakalını düzeltmek için istediği makas önce bulunamamış, benzeri 10 santimlik makası getirilerek, “işte bunun benzeriydi” denilmiş, daha sonra kan gölünün içinden çıkartılan makas da bulununca bu iki makas da Topkapı Sarayı Müze müdürü Haluk Şahsuvaroğlu’nun imzasıyla muhafaza altına alındığını mübeyyin belge mevcuttur. [2]Abdülaziz’in sol kolunu keserken oluşan yara makasın defaatle sürtülmesi sonucu kıytık kıytıktır.
Ne yazık ki, tertip edilen ifadede, beyaz saplı bir bıçak (çakı) kullanıldığı söylettirilmiş, ancak bu suç aleti çakı ortada yoktur. Sadece ifadede söz konusu edilen beyaz saplı çakıyı bulup ortaya çıkartmayı da akıl edememişlerdir.
Abdülaziz’in sol koluna bakır 10 parasını tampon yaparak, hayata tutunması için çırpınmış Yozgatlı Mustafa Pehlivan, onun kolunu beyaz saplı çakıyla kesmiş olmaktan önce idama, arkasından Padişahın merhametiyle müebbet hapse mahkûm edilir. Tabi kendisi de Pehlivan olan Sultan Abdülaziz’i alt edebilmek kolay değildir. Onu nasıl yaptıklarının senaryosunu da şöyle yazmışlardır: Cezayirli Mustafa Pehlivan ile Boyabatlı Hacı Mehmet Pehlivanı dizlerine oturtturmuşlar, II. Mabeyincisi Fahri Bey de arkadan Abdülaziz’i tutturmuşlardır. Tıpkı bir ameliyat yapar gibi Yzogatlı Mustafa Pehlivan’a da önce sol kolunun atardamarını sonra sağ kolunun kılcal damarlarını kestirtmişlerdir.
Bu sorgulamada, öğretilen ifadeleri veren, hadım Harem Ağalarından Karabiber Reyhan Ağa ve Rakım Ağaların yalancı şahit olduklarının saray tüfekçilerinden Matlı Salih tarafından yüzlerine karşı söylendiği hakkında Abdülhamid’e verilen jurnal üzerine Matlı Salih derhal Trablusgarp’a sürgün edilmiştir.[3]
Reyhan, Rakım ve Nazif adlarındaki bu üç haremağası Yıldız Mahkemesinde, Abdülaziz’in yukarıda öğretildiği şekilde öldürüldüğünü gördükleri rollerinde çok da başarılı değillerdir. Çelişkili ifadeler kıvamına gelesiye kadar, mükerreren ifadeleri alınır. Arzu edilen ifadelerin alınmasından sonra da, bütün vaziyeti ve yapılan baskıları öteye beriye söyleyecekleri için bir müddet sonra hiç kimse ile temas ettirilmeden Trablusgarp’a gönderilerek, orada nezaret altında oturtulmuşlardır.[4]
(Aslında bir sultanın öldürüldüğünü beş senedir gizlemekten suçlu olup yargılanmaları gerekirdi.)
Peki, Mahkûmlar: Yıldız Mahkemesiyle mahkûm edilen 12 kişinin ilginçtir ki sürgün yeri İstanbul’dan epey uzakta; Taif’tir.
Yeri geldikçe mahkûmları tanıtmaya çalışacağız. Burada yapılan suçlamayı işkence ve tehdit altında kabul ile mahkûm olmuş, Yozgatlı Mustafa Pehlivan’ı tanıyalım:
YOZGATLI PEHLİVAN MUSTAFA ÇAVUŞ
Yozgat’a bağlı Karahisar-ı Behramşah (Akdağmadeni) kazasının Culgalı köyünden olup Sultan Murad’ın veliahtlığında Kurbağalıdere çiftliğinde hizmetinde bulunmuş, şamdancı olmuş ve sonra Sultan Murad’ın cülusundan sonra ibrikdâr olmuş, sonra iki arkadaşıyla beraber yüzer lira maaşla tayin ve otuzar lira elbise parası verilmek suretiyle Fer’iye Sarayında sâbık hükümdar Abdülaziz’in hizmetine verilmişlerdi. Sultan Murad’ın hal’inden sonra bir miktar tekaüd maaşı tayin olunarak memleketine gitmiş ve sonra mahkemede bunun ve arkadaşları Cezayirli Mustafa ve Hacı Mehmed ve Mabeyinci Fahri Bey’in Abdülaziz’i yatağında öldürmüş oldukları sanıklığıyla mahkemece katil-i müteammid olarak idamına hükmolunmuş ve idam edilmeyerek diğer mevkuflarla beraber Taif’e gönderilimiştir. Hanımın adı Zehra olup, Hacer isminde bir kızı vardır.
15 seneden beri çekmekte olduğu kalp büyümesinden müteessiren 10 Haziran 1891 de altmış beş yaşında olduğu halde Taif Kalesinde vefat etmiştir.
Raporda bünyesi kuvvetli, mizacı demevi, uzun boylu, toparlak çehreli, kır sakallı ve kır bıyıklı ve tahminen 65 yaşında olduğu yazılıdır.[5]
Abdülaziz’in ikinci mabeyincisi Fahri Bey anlatıyor:
“(2 Nisan 1881 Cumartesi günü) Zat-ı Şahane Çadır köşkünü teşrif buyurdular. Benim alt katta bulunduğum odaya Tüfekçibaşı Tahir Ağa gelip önce üzerimi arayıp sonra huzur-ı şahaneye çıkardı. O aralık Mahmud ve Ragıp Beyler benden evvel getirmiş oldukları Pehlivan Mustafa’yı sorguluyorlardı. Zat-ı Şahane de perde arkasından dinlemekte idi. Zat-ı şahane beni görünce işaret etmeleri üzerine beni bir boş odaya götürdüler. Pehlivan Mustafa’nın sorgulamasından sonra, Zat-ı şahane benim bulunduğum odaya gelip bizzat beni sorguladığında bende hadiseyi oluş şeklini tafsilatlı anlatmaya başladığımda, palanın alınıp verilmesi maddesine gelindiğinde[6] en çok itiraz buyurdukları palanın iadesi meselesi oldu. “Bu palayı niçin verdiğimi?” sorduğunda, “paladan ne olurdu?” dediğimde zat-ı şahane hiddetlenip “Pala merhumun yanında olsaydı hiç olmazsa sünnet-i seniyyeyi icra ederdi” buyurdular. Ben de palayı merhum efendimizin bırakmış olduğunu, Valide Sultanın alıp ben de Valide sultandan aldığımı ve alınıp verilmek sebeplerini izah ederken zat-ı şahane hiddet ederek benim sözlerime itibar etmeyip işitmezdi.”
-“Bir küçük makasla kendi kendisini öldüren zat eğer pala yanında olsa da o palayla kendini öldürseydi, o zaman niçin palayı almadın ve istediler de alıp vermedin diye sorardınız” dediğimde, Zat-ı Şahane Efendimiz hiddetinden verdiğim cevaplara itibar etmeyerek küfürler ederek odadan sofaya çıktı…. Zat-ı Şahane ile birlikte gelmiş olan Silahşör ve Tüfekçiler olduğu halde onlara bırakmayıp bizzat kendileri tokat ve baston ile beni darp ettiler.” … “elindeki bastonla döğerek bastonu üzerimde parçaladı. Hiddetle huzurundan kovup yanında bulunanlar beni yaka paça edip Mahmud ve Ragıp Beylerin bulunduğu odaya götürdüler. Zat-ı Şahane de arkamdan oda kapısının önüne gelip perde arkasından Mahmud Beye birçok iltifatlar eder ve bana da tekdir-âmiz sözlerle hiddet ve şiddet göstererek oradaki sorgulamamı biraz dinledikten sonra gittiler. O gün akşam ve gece yarısına kadar sorgulama devam etti.
Bir aralık Ragıp Bey akşamdan sonra Yıldız’a gidince yalnız kalan Mahmud Bey bana:
-“Bu işin aslı olmadığında, Abdülaziz’in kendi kendini öldürdüğünde şüphe yok ise de, mademki Zat-ı Şahane böyle murad ediyor, sence selamet budur. Sana samimiyetle nasihat ediyorum” dedi. Benim böyle olmayan bir şeyi kendime ve bir başkasına isnat etmek ihtimalim olmadığını söyleyerek;
-“Ne bana ve ne bir başkasına böyle bir söz söylemeniz münasip değildir. Ben de samimiyetimle size beyan ederim” diye cevap verdim. Bu defa o:
-“Sen kendi kendini berbat edeceksin, aklını başına topla” dedi. Ben de;
-“Benim aklım başımda olarak cevap veriyorum” dedim.
Bu arada Ragıp Bey, meşhur sorgu hâkimi Fındıklılı Mehmed Efendi ile gelerek üç sorgulamacı, o gece beni ayaküstünde tutarak nöbetleşe sorguladılar. Bir taraftan da benim görmediğim bir yerde mahpus olan Mustafa Pehlivan’ı Harem Ağalarıyla birlikte nöbetleşe sorguluyorlardı. Pehlivan Mustafa’yı aralık darp ettiklerinden sesini işitir idim.
Beni de Sorgulamacılar, dört gün dört gece bir taraftan sorgulayıp bir taraftan da Tüfekçilerin nezaretinde uykusuz, aç ve ayakta tutarak işkence ve eziyet ederlerdi. Bu sırada Çadır Köşkü bekçilerinden Yağcıoğlu Hafız Efendi ile Sofu Mehmed Efendiler fırsatını buldukça kimse görmeden bir miktar börek ve köfte getirirlerdi. Vicdan ve hamiyet gereği işin içyüzüne vakıf olduklarından merhamet gösterirlerdi.
Çadır Köşküne geldiğimin ikinci günü Pehlivan Mustafa ile yüzleştirildiğimde, Mustafa ifadesini, Sultan Abdülaziz Efendimizin vefat suretini şöyle beyan etti:
“Biz üç kişi karakolda otururken daireden bir feryat koptu. Askerlerle beraber, Sultan Abdülaziz’in vefat ettiği odaya girdim. Merhum Hakanın sol kolundan akmakta olan kanı kesmek için bir bakır onluk bulup cerihanın üzerine bağladım. Biraz sonra cenazeyi dışarı çıkardılar Biz de ardınca çıktık” diye ifade etmiştir.
Mart’ın otuzuna kadar 10 gün Çadır Köşkünde bu şartlarda sorgulandım. Zat-ı Şahane de birkaç defa gelip sorgulamamı perde arkasından dinler ve giderdi. Mart’ın 30 uncu Pazartesi günü sabahleyin beni Harem Dairesine götürüp, huzur-i şahaneye çıkardılar. Ragıp Bey ve Başmabeyinci Hamdi Paşa ve Şeyh Ebülhüda Efendi ve Haremağalar ve Tüfekçiler ve Kâğıthane İmamı da huzurdaydılar.
Evvela Zât-ı Şahane küfürler[7] ederek söze başladı ve beni sorguladığında ben de, gerçeği tekrar tafsil ve beyan etmek istediğimde bizzat kendileri sille, tokat ve tekme ile bana vurmaya başladığında orada hazır bulunanların her birisi de güçleri ve kuvvetleri yettiğince sille tokat ve yumruk ile öyle darp ettiler ki tarifi mümkün değil. O sırada halime merhamet olunmayıp, Zat-ı Şahane ikinci defa elindeki bastonla beni öyle bir dövdü ki baston parça parça oldu. Başmabeyinci Hamdi Paşa beni darp etmekten o derece yoruldu ki baygın düştü. Zat-ı Şahane kemâl-i merhametlerinden kendisine içeriden bir şişe lavanta getirip verdi.
Bu muamele üzerine ben yine zerre kadar doğruluktan ayrılmayıp evvelki ifademde sebat ettim. Zat-ı Şahane kalkıp gitti. Biraz sonra Şeyh Ebülhüda Efendiyi gönderdi. Ebülhüda gelip bana birçok nasihat yollu sözler söyleyerek, güya ben doğru söylemiyormuşum gibi eğer doğru söylersem muhbir sayılacağımdan ceza almayacağımı, Zat-ı Şahanenin nimet ve ihsanını göreceğimi kendisinin Zat-ı Şahanenin ayaklarına kapanarak rica edip bana bir şey yaptırmayacağına yeminler etti. Ben de;
- “Allah için sözün doğrusundan ayrılmadım, ayrılma ihtimalim de yoktur” dediğimde, Zat-ı Şahane yanındaki hazirunla tekrar içeriye girdi. Yine hazirunun önünde sorgulamaya devam edildiğinde, Zat-ı şahaneden buyurulan irade gereği kollarımı iple yanı başlarıma yukarıdan aşağı sıkı sıkıya sardılar. Ve Kâğıthane İmamının elinde bir ince değnek ile bir de tahta kıskaç (mandal) vardı. Bundan sonrasını söylemeye ve yazmaya edep ve hicabım mani ise de ne çare ki başa geleni doğru söylemek ve yazmak insan olana lazım olduğundan okuyan ve mütalaa edenlerin kusura bakmamalarını rica ederim.
Huzur-i Şahanede bu Kâğıthane İmamın komutuyla Tüfekçiler beni arkam üzeri yıktılar. Yine Tüfekçilerden kırmızı elbiseli Ali Ağa başımı diğer tüfekçiler de ayaklarımı tuttular. Kâğıthane İmamı pantolon ve donumu çözüp husyelerimi elindeki tahta kıskaçı iki husyeme de takarak;
-“Vah vah! Acıyorum şunu söylesen de bu eziyeti çekmesen olmaz mı?” deyip yüzüme bakarak:
-“Ne diyeceksin?” diye sordu. Ben sarayda bir hükümdar huzurunda âdabın dışında vahşilerin bile yapmaya tenezzül etmeyeceği esefin tesiriyle hayâ ederek cevaben:
-“ Diyeceğimi dedim. Bu da çilem imiş. Çekmeye hazırım. Mukadderat-ı ilahiye ne ise o olacak” dediğimde, işkenceye memur gaddar, hayâsız İmam elindeki çubuk ile diz kapaklarıma birkaç defa darp ederek ve “Hükümdarın emrine itaat etmeyenin cezası budur” deyip kıskaçla husyelerimi öyle bir surette burmaya başladı ki acısından feryadım göklere çıkıp, utancımdan dilimi dahi ısırmışımdır. Birden bire gözlerim karardı, ne olduğunu bilemedim, bayıldım, kendimi kaybettim. Mel’un İmamın elindeki kıskaç ile beraber vurmak için bir ince değnek gördüm ise de, yapılan işkencelerin acısıyla onu vurup vurmadığını hissedemedim. Biraz sonra aklım başıma geldi. Kendimi sırılsıklam buldum. Meğerki bu zalimane ve melunane işkenceyi ayakucumda seyreden merhametli padişah gülerek; “bayıldı, yüzüne biraz su serpiniz” diye ferman buyurmakla merhamet eseri ve âlicenaplık göstermiş olduğu anlaşılmıştır.
(İşte husyelerime yapılan bu işkencenin tesirinden meydana gelen sızı hâlâ şimdiye kadar üzerimde bâkidir)
Bilahare dizlerimde de ayrıca bir acı hissettim. Baktım gördüm ki diz kapaklarımın üzerinde darp eseri olarak siyah ve kırmızı bereler oluşmuş. Giderek şiddetlenen bir acı sebebiyle yürümekte bir süre ıstırap çektim. Bu işkenceyi seyreden Şeyh Ebülhüda Efendi ve Başmabeyinci Hamdi Paşa ve Ragıp Bey tekrar yanıma yaklaşıp kâh nasihat yollu sözler ve kâh tehdit ederek sorgularlar idi. Ve Zat-ı Şahane dahi bu esef-dolu halime bakıp kâh güler kâh söverler idi. O sırada ben Zat-ı Şahaneye hitaben;
- “Efendim, orada yalnız ben mi idim? Valide Sultan ve şehzadegân ve Kadınefendiler ve Hazinedarlar ve bu kadar cariyeler varken, onlardan niçin sual ve tahkikat yapmıyorsunuz?” dediğimde Zât-ı Şahane;
-“Arzıniyaz Kalfa ile ikinci Hazinedar Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’nın evinde tutukludurlar. Onlarla ittifakınız olduğundan onlar da senin gibi inkâr ediyorlar. Onların da vücutlarını mahvedeceğim” buyurdular. Bunlardan Arzıniyaz Kalfa hamile olduğundan yapılan işkencelere dayanamayarak Hasan Paşa’nın konağında bebeğini düşürmüştür. Ogün akşama kadar bu şekilde uğraşıldıktan sonra beni kırmızı elbiseli Ali Ağa’ya teslim edip, onun kulübesine götürdüler.
İşkence ve havanın soğukluğu nedeniyle bana bir titreme geldi. Bu halimle ocak başında oturur ve halimi düşünüp dururken Ali Ağa; “ne düşünüyorsun? Sigara iç, kahve iç, otur ve lakin uyumayacaksın” demesi üzerine o gece saat dört sularında beni yine Harem Dairesinden istediler. Ragıp Bey gelip tehdit edip hırpalayarak, Harem Dairesine götürdü. Zat-ı Şahanenin yanında Mahmud Nedim Paşa ve üç Haremağası vardı. Bunlardan Karabiber Reyhan Ağa söze başlayıp güya Abdülaziz Han Efendimizi ben tutup Pehlivan Mustafa çakı ile damarlarını keserken gördüklerini ve o aralık merhum Efendimizin bana hitaben; “Fahri, Allah’tan bulasın, seni bunun için mi besledim” dediğini ve ben dahi; “Sabret Efendim sabret, güzel olur” diye cevap verdiğimi işittiklerini ifadeyle arkadaşının bir de onu tasdik etmesiyle ben de bu sözlerin düzme ve iftira olduğunu ve bu sözleri beş sene sonra mı düşünüp bulduklarını söyledim. Bunun üzerine Haremağalarını dışarıya çıkardılar. Yine bana birçok sual sordular. Ben de; “merhum efendimizin oda kapısı önünde ve olayın olduğu anda mevcut olanlardan niçin tahkik etmiyorsunuz da yalnız benden sual ediyorsunuz?” dediğimde Zat-ı Şahane;
“canım ne anudluk (inatlık) ediyorsun Benim bunda anlayacağım şeyler var. Bazı hainlerin kafasını ezeceğim, sana ne? Seni öldürmüşüm ne fayda olur? Söyle, muhbirlik etmiş olursun. O vakit ben de seni affederim. Hatta bu gece evine gönderirim. Paşanın arabasıyla gidersiniz seni evine bırakır. Yine eskisi gibi gezer, yürürsün” dedi.
Mahmud Nedim Paşa da; “evet efendim, ne âlâ olur geçerken bırakıveririm” dedi. Bunun üzerine ben de; “Bu işin hakikatini bilen çok olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hakikati bilenler hem kendine hem diğerlerine iftira edip bu kadar can yaktı diyerek yüzüme tükürürler. Ben bu halde gezmekten ise şu kalıbın mahvına hazırım. Ben Allah’tan korkarım, diğerleri eliyle telef oldu diyemem” dediğimde Zât-ı Şahane emir ve sorgulamayı Mahmud Nedim Paşa’ya havale edip kendileri oradan kalkıp gittiler.
Nedim Paşa bana birçok nasihatle beraber işi doğru söylememi ısrar edip, ben ise; “işin doğrusunu söyledim, benim ne olduğumu ve ne yolda hizmet ettiğimi bilmiyor musunuz? Demek ki yalan söylenmesini istiyorsunuz. Onun da ihtimali yoktur” dediğimde Nedim Paşa;
-“Sen bu kafada gidersen senin için kurtuluş yoktur” dedi. “Benim için kurtuluş doğrulukta” dediğimde içeriye önce bir adam arkasından Zât-ı Şahane girdi. Nedim Paşa Zat-ı Şahaneye;
-“Efendim bu adam inat ediyor” dediğinde Ragıp Bey de gelerek Zat-ı Şahaneye yavaşça;
-“Gönderelim mi?” dediğinde, Zat-ı Şahane;
-“Ben onu göndereceğim yeri biliyorum” deyip orada bulunan bir Tüfekçiye teslimen beni bir bahçıvan barakasına gönderdiler. Barakada iki bahçıvan vardı. Beni muhafazaya da iki ihtiyar ve Türkçe bilmez Arnavut Tüfekçi tayin ettiler. Baraka iki kişilik olduğu halde beş kişi idik. Tüfekçiler aldıkları emir gereği beni sabaha kadar uyutmadılar.
EK-1
ABDÜLAZİZ’İN Fransızca düzenlenen VEFAT RAPORU, TERCÜMESİ:
“Ber-muktezâ-yı irâde-i seniyye-i cenâb-ı şehinşâhî vükelâ- yı fihâm hazeratı tarafından verilen emir üzerine 11 Cemadilûlâ sene (12) 93 ve 23 Mayıs (12) 92 (4 Haizran 1876) Pazar günü öğleden bir saat evvel Hüdâvendigâr-ı sâbık Abdülaziz Han’ın se- beb-i mevtini tahkik etmek için Çırağan Saray-ı Hümâyunu ittisa- linde bulunan karakolhaneye gittik. Orada bizi alt katta bulunan bir odaya götürdüklerinde yerde serilmiş bir şilte üzerinde üzeri cedid bir bez ile örtülmüş bir ceset gördük.
Örtüyü kaldırdığımızda Hüdâvendigâr-ı sâbık Abdülaziz Han’ın cesedi olduğunu tanıdık Led’el-muayene bilcümle âzâsı soğuk kansız ve soluk ve bazı mahalleri dem-i mütehassir (kan pıhtısı) ile mestur olup ceset ise henüz donmamıştı . Göz kapak- ları açıkça, karine-i lâmiası hafifçe kesif ve ağzı dahi biraz açık idi. Ve kolları ve ayakları setreden bezle kan ile mülemmâ olup kolundaki bezleri kaldırdığımızda sol kolunun bükümünün biraz aşağısında beş aşr-ı zirâ tûlunda (uzunluğunda) ve üç aşr-ı zirâ umkunda (derinliğinde) bir ceriha müşahade eyledik. İşbu cerihanın kenarları pürüzlü ve gayr-ı muntazam olup istikameti ise yukarıdan aşağı ve dahilden harice doğru idi. Mezkur nahiyenin evridesi (kalbe giden damarları) kesilmiş ve şiryân-ı zendî (bilek damarları) takriben huruc eylediği noktada çapının üç rub’u (üç çeyreği) açılmış idi. Sağ kolunun büküm mahallinde dahi iki buçuk aşr-ı zirâ umkunda ve iki aşir-zirâ tûlünde kezâlik pürüzlü ve biraz münharif bir ceriha müşahade eyledik. İşbu mahaldeki ceriha küçük çaplı evride üzerinde olup şerâyin salim idiler. On aşr-ı zirâ tûlünde ve ziyade keskin ve bir kolunun ucuna yakın yan tarafında ufak bir düğmesi bulunan bir mikrâs (makas) irae olundu. Mezkur mikras kanlı olup Hüdâvendigâr-ı sâbıkın bâlâda (yukarıda) zikrolunan cerihaları (yaraları) bununla icra etmiş olduğunu bizlere beyan ettiler. Ba’dehu bizleri Hüdâvendigâr-ı Merhumun ikametgâhı olan deniz tarafındaki büyük odaya götürdüler. Bu odada bir pencerenin kurbinde bulunan köşe minderi üzeri kan ile göl kesilmiş ve hasırın üzerinde dahi pıhtılanmış vâfir mikdar kan bulunduğu gibi hasırın ötesinde berisinde dahi kan lekeleri müşahade olunmuştur.
İşte sâlif ’üz-zikr ahvâlden cümlemiz müttehiden âtiy’üz-zikr kararı verdik:
(İşte bahsi geçen durumlardan cümlemiz oybirliğiyle ileride zikredilen kararı verdik)
Evvelâ: Hüdâvendigâr-ı Sâbık Abdülaziz Han’ın vefatına kol bükümlerindeki ev’iyenin kat’iyle hâsıl olan seyelân-ı dem sebep olmuştur.
Sâniyen: Bize irâe olunan âlet-i cürûh-i mezkûreyi (adı geçen kesici alet) husûle getirebilir.
Sâlisen: Cürûhun hey’et ve istikâmetinden ve bunları husûle getirmiş olan alet-i cârihadan bir intihar, yani telef-i nefs vukua geldiği istidlâl olunuyor.
Binâenaleyh Çırağan saray-ı Hümayunu kurbunda karakol- hanesinde yapmış olduğumuz iş bu mazbata-i âcizânemiz imza ve takdim kılındı”
Doltor Marko; Doktor Nuri; Avusturya-Macaristan Sefareti Tabibi Doktor Sotti;
Doktor Spanyolo; Doktor Mark Markel; Doktor Jatropolo; Doktor Abdünnur (Beyrutlu İlya Abdünnur); Doktor Servet; Doktor J.dö Kastro;
Fransa Sefareti Tabibi Marvan; Doktor Jül Millenjin (Jules Millinjin); Doktor Konstantin Kara Teodori;
İngiltere Sefareti Tabibi Dikson; Meclis-i Sıhhıye Tabibi Doktor Vitalis; Doktor Edwar Spandaro;
Doktor Nurican; Doktor Milinadis, Doktor Mustafa; Doktor Mehmed
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
HR-TO.00516.00054.001
DEVAM EDECEK...
[1] BAK EK-1
[2] Bakınız; İbrahim Yıldırım, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa
[3] İ.H.Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi TTK yy, 2. Baskı Ankara-2000 sh: XVII, 172
[4] Uzunçarşılı a.g.e sh: 189
[5] Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Taif Mahkûmları, sh:117/ 138-139
[6] Abdülaziz darbenin ilk günü Topkapı Sarayına giderken dedesi Sultan Selim’e ait Palayı üzerine almış idi. Fer’iye Sarayına geldiklerinde Karakoldan bu palanın alınmasını istediler. Fahri Bey bu talebi Abdülaziz’e ileterek palayı alıp karakolda görevli askerlere teslim etmişti.
[7] Metinde “Sebb u şetm” geçiyor. Her ikisi de sövme anlamında olduğu için “küfürler” olarak sadeleştirmeyi uygun gördüm. (İY)