YILDIZ MAHKEMELERİ SORGULAMALARI-2

(Geçen Haftadan devam...)

Ertesi sabah erkenden Başmabeyinci Hamdi Paşa geldi. Bana, azap ve eziyet çekmektense söylemek hayırlıdır deyip nasihate başladı. Ben eski ifadelerimde ısrar edince çekip gitti.

Bir saat sonra beni tekrar Harem Dairesine götürdüler. Zat-ı Şahane binek taşının üzerine yapılan camlı yerde oturmuş ve Başmabeyinci yanında bana mülayimane (yumuşak) birçok sözler söyledi. Ondan sonra beni camlı odaya götürdüler. Önceki günkü şahsılar yine orada hazırdılar.

Ragıp Bey, beni sorgulamaya başladı. Soru-cevap arasında işkence olmak üzere ara sıra muşta ile darp ederdi. Silahşörlerden Seyfullah adında fistanlı bir Arnavut, elinde bir büyük kahve cezvesi içinde iki kaynamakta olan yumurta olduğu halde geldi. O sırada Zat-ı Şahane;
-“Bu da Rumeli eziyetiymiş” diyerek ve gülerek bana bakmaktaydı.

Oradaki Tüfekçiler;

-“Söyleyecek misin?” diyerek bana hücum ettiler. Setre, yelek ve gömleğimin düğmelerini çözmeye başladılar. Bir taraftan da Zat-ı Şahane ve oradaki hazirun;

-“Sen nasıl olsa söyleyeceksin. Beyhude eziyet çekme ve kendine yazık etme” diye korkuturlardı. Ben de, Kurtuluşun doğrulukta olduğunu, doğrunun yardımcısının Allah olduğunu tam bir teslimiyetle beraber bu hallere ibret nazarıyla bakıp sabrederdim. Yumurtalar pişmiş ve son derece kızmış olduğu halde birini sağ ve diğerini sol koltuklarımın altına yerleştirip kollarımı sıkı sıkıya bastırdılar ki bunların vücuduma, kalbime ve ciğerlerime tesir ettiği acısı dünyada her türlü sızı derdinin üstündeydi. Feryat ve figana başladım. Bu halde bir müddet durduktan sonra yumurtaları çıkardılar. Bu eziyet olunurken bir taraftan; “söylesene” diye gerek Zat-ı Şahane ve gerek diğerleri ısrar ederlerdi.

Bu eziyetten sonra yine sorgulamaya başladılarsa da bende hal kalmayıp titremeye ve ağlamaya başladım. Ragıp Bey o halimde bir taraftan;

- “oğlan söylesene” diyerek dürter ve muştalar idi.

(Yumurtaların yerlerinden iki büyük yara açıldı ve iki buçuk ay yara iyileşmedi. Bu halime bile insaf ve merhamet edip te işkenceye ara vermelerini beklerken yine bırakmayıp alıkoydular.)

Zat-ı Şahane, Şeyh Ebülhüda Efendi ve Ragıp Bey ve sairler önünde beni tekrar sorgulamaya devam ettikleri sırada Zat-ı Şahane,
“Gel, gel” diye emir buyurmaları üzerine uzun boylu iri kalıplı bir adam geldi. Sonradan öğrendiğim bu adam İbrikçi başı Zeybek Hasan Ağaymış. Zat-ı Şahane ona hitaben;

-“Galiba Fahri seni bilmiyor. Kendini anlatsana” demesi üzerine o adam bana gelip;

-“Söylemeyen köpek bu mudur?” diyerek;

-“Oğlan, söylesene” der demez hemen boğazımı iki eliyle tutup o derce sıktı ki gözlerim dışarıya fırladı. Biraz daha devam etseydi adam beni boğacaktı. Sonra Zat-ı şahaneye;

-“ Efendim, bunu bana vermelisiniz. Dere havuzuna götürüp mahzene korsam bu gece onu pek çabuk söylettiririm” demesiyle Zat-ı Şahane;

-“Hele şimdilik Ali Ağanın nebatat bıçağını al da kendini şuna göster” diye emir buyurmaları üzerine hemen o adam Tüfekçi Ali Ağanın belinden nebatat bıçağını alıp yanıma yaklaşarak bıçağın tersiyle arkama öyle bir vurdu ki ciğerlerim ağzıma geldi sandım.

Bu sırada Zat-ı Şahane Ragıp Beyi yanına çağırıp;

-“Bir işaret vereceğim, bakalım biliyor mu?” buyurması üzerine, Ragıp Bey Zat-ı Şahaneden aldığı gizli işaret üzerine yanıma geldi. Eliyle göğüs hizasına ve elinin iç tarafı yere doğru olarak göğüs doğrusunda elini yavaşça salarak;

-“Bildin mi bu işareti?” dedi. Ben de;

-“Böyle işaret bilmem” dediğimde Zat-ı Şahane:

-“A! Mason zannediyordum. Mason da değilmiş” buyurdular. Benimle bu şekilde ikindiye kadar uğraşıldığında Mustantik (Sorgu Hâkimi) Mehmed Efendi geldi. Zat-ı Şahane ona hitaben;

-“Mehmed Efendi göreyim seni. Şunu söylettirir isen seni memnun ederim” buyurdular. Zat-ı Şahane oradan ayrıldı. Mehmed Efendi derhal sorgulamaya başlayıp ertesi günü sabaha kadar beni uyutmayıp sorgulamaya devam etti.

….

Benim sorgulamam sabaha kadar devam etti. Sabahleyin Ragıp Bey yanıma gelip;

-“Söylesene” diyerek kesintisiz beni yumrukla muştalardı. O gün Nisan’ın birinci Çarşambası olup odadaki sobayı kızdırmaya başladılar. Ragıp Bey bana hitaben:

-“Bak ne hale girdin. Hala inat ediyorsun. İnat etme, söyle. Zira seni sobada yakacaklar” demesi üzerine;

-“Ben doğru söylediğim için mi inatçı diyorsunuz? El- hükmü lillah.[1]  Benim doğruluktan ayrılma ihtimalim yoktur” dedim.

O aralık Zat-ı Şahane yanında tüfekçiler ve Harem Ağaları olduğu halde teşrif buyurdular. Sobanın kapağını açtırarak, sobanın içerisine sokarcasına sobanın önüne diz çöktürerek oturtturup bizzat kendileri belindeki tabancasını çıkarıp başıma dayayarak;

-“Kımıldama ve bir tarafa bakma! Eğer kımıldarsan yemin ederim vururum seni” diyerek;“Söylesene” diye ısrar ederlerdi. Sol tarafımdan da kızarmış soba demiriyle;

- “Şunun sinirlerini bozalım” diyerek boynuma dürterlerdi. Ben ise çaresiz, haksız vuku bulmuş ve bulmakta olan ve tahammül olunmaz mertebelerde ve dünyada misli görülmeyen bunca işkencelere tahammül ederek bir taraftan ateşin hararetinin şiddetinden yağlarım erimeğe ve yüzümün derileri kavrulmaya başladıkça mazlumların sığınağı olan Allah’a “Halim sana malumdur Yâ Rabi” diyerek Allah Allah diye feryat ederken Zat-ı Şahane ısrarla;

-“Söyleyecek misin? İşte şimdi vuracağım seni” diyorlardı. Ben bu durumda doğruluktan ayrılma ihtimalim olmadığından;

-“Şimdi ölüme hazırım” cevabını vererek bir taraftan da “Allah Allah” diye feryat ederdim. Doğruluktan ayrılmayacağımı görünce beni sobadan geri çektiler. Zat-ı Şahane de elinde olan rovelveri beline sokup;

- “Allah Allah, bu nasıl bir adamdır?” mülayimane biraz söze başlayıp cebinden tütün tabakasını çıkarıp sigara kâğıdının üzerine tütün koyarak;

-“Al şunu iç de aklın başına gelsin” diye buyurdular ise de kabul etmedim. Yine mülayimane olarak;

-“Harem Ağaları söylüyor, Pehlivan Mustafa dahi yüzüne söylerse bir diyeceğin var mıdır?” diye buyurmaları üzerine,
-“Yalan söylüyorlar. İki kişi dinden çıkınca bir kişi candan çıkar fehvasınca alçaklık ediyorsunuz derim” dedim. Ve benim bu ifademi yazıp bana imza ettirdiler.

Bu işkence ile sorgulama aç ve uykusuz olarak dört gün dört gece devam etti. Zat-ı Şahane kemal-i lütuf ve merhametlerinden “bu her ne isterse verilsin” diye emir buyurdular. Beni Tüfekçibaşı Tahir Ağa’ya teslimen Çadır Köşküne gönderdiler. Buraya geldiğimden birkaç günden beri devam edegelen işkencelerden vücudum iyiden iyiye rahatsız ve sersem olup bîtap düştüm ve sabaha kadar baygın yattım.

Ben Çadır Köşkünde bu haldeyken Pehlivan Mustafa’yı malum sobaya soktuklarında;

-“Fahri bey tuttu, ben kestim demelisin yoksa seni bu sobada yakacağız” diye ölümle tehdit ederek, Mustafa da sobanın hararetine dayanamadığından zorla ifadeyi kabul etmiştir. [2]

Pehlivan Mustafa Çavuş’un, Zat-ı Şahanenin talebi üzerine verdiği ifade Abdülhamid’e arz edilince, padişah kendi el yazısıyla Mustafa’nın ifadesi gibi Hacı Mehmed’in de sorgulama ile ifadesinin zapt olunmasını ve hadımların celp olunarak yüzleştirilmelerini irade buyurmuşlardır.

Pehlivan Mustafa Çavuş ile Boyabatlı Hacı Mehmed okur-yazar olmadıklarından tutulan ifadelerine parmak bastırtılmışlardır. İfade altındaki bu parmak izinin Mustafa Pehlivan Çavuş’a ait olduğunu Savcı Lütfi Bey ile Mabeyinci Ragıp Bey tasdik etmişlerdir. [3]

Hacı Mehmed Pehlivan’ın ifadesinin altındaki parmak izinin kendisine ait olduğunu, Dâhiliye Nazırı Mahmud Nedim Paşa ile Başmabeyinci Hamdi Paşa ve Osman Bey imzalarıyla tasdik etmişlerdir. [4]

Fahri Bey, anlatımına devam ediyor:

Nisan’ın 2. Perşembe günü sabahleyin Çadır Köşküne Tüfekçibaşı Tahir Ağa gelerek beni Harem Dairesine götürdü. Zat-ı Şahane kapının önünde camlı mahaldeydi. Doğruca huzuruna götürdüler. Bana nasihat yollu sözler söyleyerek;

-“Sana bir şey yapmam. Seni çoluğunla çocuğunla İzmir’e gönderirim. Bir müddet orada ikametten sonra ricacılar bulunur, ben de o vakit affederim, yine İstanbul’a gelirsin” buyurmaları üzerine ben yemin edip;

-“Bu işin aslı yoktur. Merhum Efendimiz kendi kendisini telef etti. Bir başkasının eliyle öldürüldü diye her kim söylerse yalandır. Efendimize yalan söylüyorlar. İyi tahkik edin. Adalet buyurun. Kimsenin günahına girmeyin. Zira yapılan işler yakışmaz. Adalet dışı ve yalandır” dedim. Zat-ı şahane sinirlenip;

-“Anlaşıldı. Sen lakırdı anlamayacaksın. Zannetme ki yaptığın Kanuni Esasi gereğince muhakeme ederler inancında bulunma. Amcamın asrının kanununa uygun divan-ı harp kurup seni kurşuna dizdireceğim. Zira bu hadise onun zamanında olduğu için aynen böyle uygulayacağım” buyurmaları üzerine ben de şöyle cevap verdim;

-“Efendim işte ip, işte bıçak, işte kurşun, işte deniz. Her ne yaparsanız yapınız. Bu kalıp hazırdır ve cımbızla etlerimi koparsanız yine doğruluktan ayrılma ihtimalim yoktur” dedim. Bu sözüm üzerine Zat-ı Şahane;

-“Alın bunu. Pehlivan Mustafa’nın yanına götürün de anlasın halini” diye buyurdular. Beni camekânlı odaya götürdüler. Orada Pehlivan Mustafa ile bir takım kullar vardı. Zat-ı Şahane de oraya teşrif buyurarak Mustafa’ya hitaben;

-“Söyle Mustafa şunun yüzüne karşı” diye irade buyurmaları üzerine, Mustafa;

 -“Evet efendim. Mesela efendim bu kollarından tuttu. Mesela efendim ben de kestim efendim” dediğinde Zat-ı Şahane;

-“İşte gördün mü? “ deyip Mustafa’yı teslim edip;

-“Bunun yatağına ve elbisesine ve yiyeceğine iyi bakılsın, işte kurtuldu, rahat etsin” diye buyurmalarına Mustafa temenna edip oradan gitti.

Ben ise, olmayan bir şeyi Mustafa’nın böyle söylemesi, Çadır Köşkünde Sorgulama Oturumunda yüzleştiğimizde işin doğrusunu söyleyip te ikinci yüzleşmemizde böyle söylemesi üzerine hayret ettim. Katiyen aslı astarı olmayan ve vuku bulmayan bir işi tavuk kesmiş gibi pervasızca huzurda Mustafa’nın yaptık demesi, işittiğim anda sinirlerime ve damarlarıma dokunup hırs ve namusumdan titremeye ve ağlamaya başlayıp ağzıma geleni söylerken Zat-ı Şahane gülerdi ve:

-“Şunun sözüne bakıp ta inanacağım geliyor” derlerdi. Ben ise sözlerime devam edip Mustafa’nın aslı esası olmayan böyle bir şeyi alçakça irtikâp ettiğini söylemesi, katilliği kabul ederek kendisine ve bana iftira etmesi, bana olduğu gibi ona da büyük eziyetler ve işkenceler ve bazı tehditler sonucu söylemiş olduğunu, insan olan ölümünü kabul edip böyle yalanı irtikâp etmekten çok dünyada alçaklık olamaz, dediğimde gülerek;

-“Beni inandırmaya mı çalışıyorsun?” diye buyurmaları üzerine yine ben sözlerime devam ederek, merhum hakanımızın cümlenin malumu olduğu üzere sadakatle beraber hüsn-i hizmet etmiş olduğumu ve bu işin aslı olmayıp sahte ve düzme olduğunu söyleyerek;

-“Bugün Valide Sultan ve evlad u ıyal ile bunca cariyeleri vardır. İşi onlardan tahkik edin. Niçin tahkik olunup yüzleştirmiyorsunuz? Zira ne sebebe mebni ise Mustafa gibi bir herifin böyle iftirasını asla kabul etmem ve dört buçuk günlük ömre tama’ edip bu can için kimseye minnet eylemem” demem üzerine Zat-ı Şahane;

-“ Onların hepsine soruldu. Sen ne ile gururlanıyorsun?” [5] diye buyurmalarına cevaben;

-“Merhum Hakan Efendimizin hizmetinde bulunduğum müddet, hüsn-i hizmet ile sadakatimle fahr ediyorum. Şimdi ben, böyle aslı esası olmayan bir büyük cinayetle itham ediliyorum. Allah korusun. Böyle bir cinayeti asla kabul etmem ve merhum Efendimizin bu kadar bendegânı vardır. Ne gibi hüsn-i hizmet ettiğim onlardan tahkik ediniz. Eğer bir küçük kusurum olmuşsa böyle büyük bir iftira ile haksız ceza vermektense o küçük kusurum sebebiyle ceza vermeniz daha münasiptir” dediğimde Zat-ı Şahane;

-“Evet, bu hizmetin hususunda ben de seninle beraberim. Hakikaten iyi hizmet ederdin. Velakin sonradan seni kandırdılar” buyurmalarına cevaben;

-“Estağfirullah!.. Sonradan kimse beni kandırmadı ve öyle alçaklığı kabul eden bendelerden değilim. Benim velinimetim namuslu bir padişah idi, kendi kendini telef etti. Fransa-Prusya muharebesinde Napolyon’un Sedan’da seksen bin kişi ile esir olduğuna dair gelen telgrafı yere atarak “tuu, ne namussuz adammış. Bir dirhem de kanı yok mu idi?” dediğini pek âlâ bilirsiniz” diye verdiğim cevap üzerine oradan kalkıp gitti. Akabinde bir adam gönderip;

-“Burasını Güllü Agop’un tiyatrosuna döndürdü” diye emriyle gelen adama cevaben;

-“Tiyatro diye kanto okumuyorum. Söz söylüyorum” dedim.[6]

DEVAM EDECEK...

[1] Hüküm Allah’ındır.

[2] İbretnüma, sh: 22-30

[3] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi TTK yy. 2. Baskı Ankara-2000 sh:180

[4] İ. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e sh:181

[5] Fahr ediyorsun?

[6] İbretnüma sh: 31-32