Sığıntı isimli romanımın, ta çocukluk günlerimden başlayarak, yavaş yavaş, bende nasıl uyandığını anlattığım bu son yazı dizisinde, biraz da ana karakterim Kemal’den bahsedeyim: Aslında o tam bir bohemdi. Kitaplar arasında bir ömür sürmekten başka çok da çapkın bir adamdı. Çünkü eşiyle yaşadığı hayattan memnun değildi. Evlilik hayatını, ‘uzak akrabaların evinde sığıntı gibi yaşamak’ olarak niteliyordu. Uzun seneler, saadetini ahlakın men ettiği maddi zevklerde ararken, günlerden bir gün doymayan sonsuz arzularının apansız kırılışına tanık oldu. Artık günlük hayatın bayağılıklarından sıyrılmak, kendi özüne dönmek istedi fakat bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Derken bir gün babasına ait elyazmasıyla karşılaşınca orada gördüğü satırlardan etkilendi. Bununla beraber kendisini çocukken bırakıp memleketten kaçan Muhiddin Bey’den nefret ediyordu. İlerleyen günlerde bu adama karşı duyduğu nefretle karışık imreniş, adımlarını çocukluğunun geçtiği yerlere, uzak bir kasabadaki babasının çiftliğine doğru sürükledi. Orada kendisini Muhiddin Bey’in günlükleri, kaybolmuş bir hikâyenin esrarlı izleri ve kitaplar arasında bir yığın notlar bekliyordu. Kemal babasına ait bir çatı arasında zamanın yok olduğunu ve eşyaların ruhani havasından etkilendiğini fark etmiş, hayatın vermediği mutluluğun yerine babasının hayatını koyarak, geçmişi aralamaya başlamıştı. Buldu mu burada söyleyemem lakin çok şaşırtıcı şeylerle karşılaştı.
İlk günlerde çocukluğunda yaşadığı bir aşkla babasına duyduğu öfke arasındaki bağlantıları sezmeye başladı. Babasının kullandığı eşyalarla özel bir müze ve kütüphane kurarak, bilinçaltındaki karanlık noktaları aydınlatmaya çabaladı. Koku ve mekân duygusu gelişerek hayaletimsi bir hisle, çocukluk ruhunun sonsuzluğuna iniyor ve babasıyla aralarında bitmeden kalmış işleri çözmeye uğraşıyordu. Geçmişin bilinçaltında kalan çöpleri eşeleyerek, soğuk ve karanlık bir çatı arasında, tozlu eşyalar ve kitaplar içine gömülen özünün farkına varmak istiyordu. Bu eşyalar ona, uzun zamandır unuttuğu bir heyecan ve tutku vererek, kafasının içindeki eski ve mutlu bir dünyayı keşfetti. Demek ki o kendini bulmanın sırrını kendini kaybettiği yere geri dönmekte görüyordu.
Sevgili okurlarım, romanımda birazda tüketim toplumunu eleştirmeye, kendimden yola çıkarak, toplumsal dertlerimizi eşelemeye çalıştım. Çünkü kanaatimce en iç hayatımız, hasılı özümüz, içine rastlantıyla düştüğümüz hayatın dışında, çok daha derinlerde, bir başka dünyanın içinde aranmalıdır. Galiba o zaman, tüketim toplumuna nasıl dönüştüğümüzü, bir elbiseyi yahut arabayı değil de bir hayali satın aldığımızı kavramaya başlarız.
Romanımın derin yapısını sezdireceğini umarak, son sözlerim şunlardır: Evet, hiç kuşkusuz bazı defa gelişigüzel bir şeyler bizi mutlu ediyor ama çoğu zaman hayat, bir takım kasvetli hatıralar enkazından başka bir şey değildir. O yüzden insanların birçoğu hayalleri olmadan yaşayamazlar çünkü zaten hayatın kendisi yaşanmaya değmez. Umudunda aldanışlar ve acılıklar… İşte Sığıntı’da benim gönlümü kapan başkalık ve pratik hayat bilgisinde olmayan şey buydu sanıyorum.
Çünkü bizim hepimizin, meydana çıkarılması gereken, gizli kişisel köklerimiz vardır.