Türkiye ‘den gelenler -umumiyetle- seyahat şirketleriyle veya huduttaki minibüsle gelmişlerdi. Bizim gibi kendi aracıyla gelmeyi göze alanlar esasında bir macerayı da göze alarak gelmişlerdi. Acıktıklarında da helal/nezih ve temiz mekânlar olarak bilinen Türk lokantalarını tercih ediyorlardı...
Caminin etrafındaki lokantaların müşterileri çoğunlukla Türk ve Arap turistlerdi. Kapılarda mutlaka "HALAL" yazılı afişler bulunuyordu... Sahipleri de çalışanlar da Türkçe biliyordu hatta bazı çalışanlar Arapça da biliyordu... Birkaç Rus ve Ukraynalı turistin yanında Azeri Türküne de rastladık ama sayıları çok azdı... Batum’da gördüğümüz şeyler görmeye alışkın olduğumuz şeyler değildi.
Caminin minaresini takip ederek etrafında tam bir tur atmamıza rağmen girişini bulamayınca Mercan lokantasında çalışan burnu hızmalı, her yanı dövmeli/ damgalı bir gence İngilizce olarak caminin girişini sordum. Delikanlı benim aksanımdan mı, şeklimden/şemailimden mi anladı bilmiyorum,” Abi ben de Türk’üm? “ deyiverdi gülerek...Şaşırdım, “ Delikanlı nerelisin ?” diye sordum zira zannımca Rizelilere benziyordu..” Kayseriliyim abi, Pınarbaşı’ndan..”. “Desene hem şehri sayılırız ;ben de Kırşehirliyim.”.
Caminin girişinin oto kiralamanın hemen yanında olduğunu söyleyip bizi lokantaya beklediğini söyleyerek müşterilerin siparişini almaya devam etti. Gencin işaret ettiği cihete yöneldik. Kimseye sormasak da cami giriş kapısının ikinci tur da mutlaka göreceğimiz bir arada yer aldığını gördük. Caminin dışında Türk turist kafilesi duvarda ve kapı üstündeki levhaları okumakla meşguldü. Orta büyüklükte, bahçeli/avlulu bir evin ana kapısı kadar cesamette bir kapıdan avluya girdik. Sağ tarafta tuvaletler mevcuttu. Cami soldaydı. Caminin girişine yakın banklardaki yaşlı Gürcülerin keyifli sohbetlerini anlamasak da hal ve hareketlerinden, şakalaştıklarını, birbirlerine takıldıklarını tahmin edebiliyorduk. Tuvalet ve abdesthane ayrı yerlerde idi. Giriş ücreti 2 Lariymiş.5 Türk Lirası da kabul ediyordu kapıda vazifeli sakallı genç. Nitekim biz de öyle yaptık... Niyetim hem camide Efendimiz(Sav) in sünnetine uyarak iki rekât mescid namazı kılmak hem de caminin içini görmekti...
Ana girişten hemen sonra ayakkabıların çıkarıldığı bölme ve mabed medhali bulunuyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp " Allahümmeftahlî ebvabe rahmetik" diyerek içeri girdim... Bir kaç Türk turist namaz kılıyor, çocukları da caminin içinde koşturup duruyorlardı. Daha camiye adım atar atmaz - nicedir mefkûd olan- ihlasın ve takvanın feyiz veren ruhaniyetini hissettim. O his,1866'da inşa edilen mescidin taş duvarlarına ve tezyinat için kullanılan ahşap kapıların, pencerelerin, pervazların, mihrabın, minberin ve nisa bölmesinin iliklerine işlemiş olan iman kokusundan neş'et ediyordu... Camilerimizde görmeye aşina olduğumuz dört halifenin, sereyi mübeşşerenin isimlerinin mektup olduğu levhalar ve duvar yazıları ben Osmanlı / İslam mülküyüm diye ahfadını sarıyordu adeta...
Huşu ve hudu ile iki rekât kılabildim mi bilmiyorum fakat namaz bitince kıbleye yönelip tarihte kalan ihtişamlı ve izzetli günlerimizi tekrar bize lütfetmesi için niyazda bulundum yavaş bir sesle... Neden ve nasıl kaybettiğimiz düşündüm sultayı/gücü/Hilafet vazifesini/imparatorluğu ve hükümranlığı. Çok değil 100 yıl önce bize ait burası ve bunun gibi nice ülkeler /şehirler nasıl oldu da elimizden çıktı gitti!
Caminin içinde, atiye bir hatıra olması maksadıyla, üç yüz altmış derece dönüşle video çekimi yaptım. Camideki feyiz, ihlas ve iman kadar belki ondan daha fazla alakamı celbeden şey ise neşeyle karışık mahzuniyetti. Sanki çok uzaklardan gelen evladını sarıp sarmalayıp koklayan bir anne gibi kucak açarken bize, biraz sonra gideceğini bilmenin üzüntüsünü aynı anda ve aynı bedende yaşıyordu... Mescidi süsleyen hat yazıları, duvar, pervaz süsleri, tavan nakışlarındaki özlemi ve iştiyakı iliklerime kadar hissettim. Bir anda ta iftitah vaktine gittim. Sultan Abdülaziz devrinde Müslüman/Türk yurdu olan Batum’un tam merkezinde bir mabedin açılışını düşündüm. Bu tahayyüleye kendimi o kadar kaptırmışım ki reel gerçeklik beni ân’a taşıyınca farkettim boynumu büküp gözlerimi tavanda gezdirirken duvarlardaki taşlara, ahşaplara, motiflere, nakışlara, hat levhalarına elimle dokunur gibi hareketler yaptığımı... Tam o anda biri görseydi meczup zannederdi belki de...
Caminin kapısına zor gitti elim. Gönlüm biraz daha zaman geçirmek istiyordu fakat aklım muvakkaten çıkılmış bir seyahatte olduğumu ibraz edip duruyordu. Caminin hemen girişine büyük bir yardım sandığı konulmuştu. Panoda da Gürcüce, İngilizce, Arapça ve Türkçe olarak muhtelif afişler asılmıştı. Bir kısmında ayet mealleri, bir kısmında hadisler, bir kısmında da cami adabına dair irşat bilgileri mevcuttu.
Ayakkabılarımı elime alıp avluya açılan kısma çıktım. Banklarda oturup ikindi namazını bekleyen bir grup yaşlı cemaat ile musahabe etmek amacıyla oraya gittim. Selam verdim, nizami ama Rize ağzını anımsatan bir ağızla “Aleykum selam” cevabı aldım. Türkçe konuşmaya çalıştım onlar da Gürcüce cevap verince anlaşamayacağız diyecek oldum ki içlerinden birisi “ismun nedur?” deyiverdi.” Ben Musa. Sen Türkçe biliyor musun amca yoksa Türk müsün?” dedim heyecanla ...”Gürciyum da. Bileyrum Türkçe “. dedi gülerek... Cemaatin hepsi bastı kahkahayı. Onlardan müsaade alarak fotoğraf çektirdim... Batum gezisinin en anlamlı, güzel ve mutlu zamanını yaşamanın iç huzuruyla dış kapıdan çıkarken yeniden baktım camiye, küçük minaresine, cemaatine, avlusuna... İnşallah bu hasret bir gün bitecek diyerek Türk lokantasına doğru yola koyulduk...
Cami çevresinde bulunan lokantaların çoğu Türk ve Hindistan lokantasıydı. Türk lokantaları temizliği, lezzetli yemekleri ve sunduğu hizmetlerle tercih ediliyormuş. Mercan, Mevlana ve bizim ismine aşina olduğumuz İstanbul lokantaları oradaki Türklerin dilinden düşmüyordu. Turist kafileleri bu üç lokantanın veli nimeti mesabesindeydi. Lokantanın içi doluydu. Çalışanlar oradan oraya koşturup duruyorlardı. Lahmacun, yeşil fasulye, tavuk döner, patates ve mercimek çorbası sipariş edip bir müddet klimanın soğuğunda serinlemeye çalıştık... Müşterinin uyruğuna göre sipariş almaya gelen garson da değişiyordu. Müşteri Arapsa Arapça bilen garson ilgilenirken bizimle bir Türk garson alakadar oldu...
Lokantadan ayrılıp Avrupa Meydanına kadar gezerek yürüdük. Yol boyunca ilginç binalar, kuleler gördük. İki kiliseyi ziyaret etmek istedik. Birincisinde bir kadının yönettiği günah çıkarma ayinine tesadüf ettiğimiz için içerisini göremedik. İkinci kilisede ise araştırmaya değer şeyler gördük. Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın tasvirlerini ihtiva eden tablolar ve ikonların bir kısmında Hz. Meryem validemiz rahibe kıyafetli iken Papaz’ın ayin yönettiği karşıda duran tabloda ise başörtülüydü. Evet, bildiğimiz başörtüsü... Hz. Meryem tasvirindeki Müslüman başörtüsü uzun yıllar bu bölgenin Osmanlı hâkimiyetinde kalmasıyla bağlantılı olabilir mi acaba diye düşündüm...
Yürüyüş boyunca caddelerde/sokaklarda başıboş sokak köpekleri ile karşılaşmak çok tabii sayılıyor. Köpekler de insanların arasında yaşamaya alışmışlar. Bizdeki köpeklerin üstü başı pis iken sanki buradaki köpekleri birisi sürekli bakımını yapıyormuş gibi tüyleri tertemizdi. Su almak için küçük bir bakkala girdik. Fiyatlar Türkiye'den biraz daha pahalıydı. Pepsi/Cola/Fanta dan kurtuluş yok galiba. İçtiğimiz su bile bu Yahudi şirketinin yan şirketi tarafından üretiliyormuş... İçtikten sonra öğrendik. Mangal kömürün tutuşturmak için üzüm çubuğu bağı satılması dikkati şayandı...
Gürcülerde İngilizce konuşan fazla kişi görmedik. Muhtemelen turistlerin Türkiye'den gelmesi bunda müessirdi. Aksi halde devlet dairelerinde göndere çekilen üç bayrağın (Gürcü, Rus ve Avrupa Birliği)bir mânâsı kalmaz...
Batum'daki ziyaretimiz ikindiden sonra bitince arabamıza binip geldiğimiz yoldan Sarp Sınır Kapısına doğru hareket ettik... Yolda yoğun bir araç trafiği vardı. Çoğunluğu da turistleri taşıyan transitlerdi... Öğleyin başlayan boğucu sıcaklık Karadeniz bölgesinin normali olan mükessef bulutlu bir havaya tahavvül etmişti dört/beş saat içerisinde... Yarım saat sonra Sınır kapısına geldiğimizde araçlar gişelerin önünde yoğunlaşmaya başlamıştı. Batum çıkışında yine tek başıma araba ile geçiş prosedürüne uyarak ailemi yaya yolcu geçişi bölümüne gönderdim. Onların Türkiye tarafına geçişi yarım saati bulduğunda araç trafiği kilitlenmesi başlamıştı. Dur/kalk, dur/kalk diyerek üç saat 15 dakika süren yorucu bir uğraş sonucunda Türkiye tarafına geçebildik. Ne Gürcü ne de Türkiye tarafında çok ciddi bir arama yapıldı... İsteyen herkes rahatlıkla her şeyi geçirebilirdi. Gümrük memurunun sorduğu " Bal getiriyor musun?" sorusuna verdiğim cevabı buraya kaydedeyim:" Rize'nin meşhur balları varken niçin bal getirelim?"
Yanımızda kalan Lari'leri yeniden Türk lirasına çevirmemiz gerekiyordu. Sarp Sınır kapısından başlayarak Hopa'ya kadar yol boyunca irili/ufaklı döviz büroları harıl harıl çalışıyordu. Akşam ezanı okunmuş, karanlık iyice bastırmıştı... Bir yandan yoğun bulutlu bir gökyüzü altında kapkaranlık yolda dikkatle yol alırken bir yandan döviz bürolarına bakınıyorduk. Hopa 'nın içindeki üst geçitte yazan Behçet Kemal Çağlar 'a ait iki dize dikkatimizi çekmişti. Dize şöyleydi. “Hopa’yı gördüğüm ilk dönemeçten sapalı/ Anladım bendeki ruh da ezelden beri Hopa'lı."
Bir buçuk saat kadar süren bir yolculuktan sonra kendimizi Rize Öğretmenevi ‘ne attığımızda ayakta duracak mecalimiz kalmamıştı. Batum'da yediğimiz yemek kâfiydi. Odaya çıkıp beş/on dakika dinlenip Öğretmenevinin bahçesine çıktık. Kırşehir'den aldığımız çerez ve çayla günü bitirmeye niyetliydik... Bir saat kadar oturduktan sonra kızımı ve damadımı geceleyecekleri yerlere bırakıp odamıza döndük. Akşam ve yatsı namazını -Şafi mezhebine imtisalen- cem'i te'hir ile kılıp yorgun bedenimize istirahat fırsatı verdik..