Tabiinden birkaç kişinin Buhari ve Müslim’de varid olan, Bera b. Azip rivayetine istinaden, Hüdeybiye Musalahası esnasında, Mekke vüfudunun başkanı Süheyl bin Amir’in Resulullah kelimesinin silinmesi talebi üzerine peygamberimizin kendisinin silip Muhammed bin Abdullah yazdığı, başkasına yazdırdığı, eliyle sildiği vb farklı turuktan/varyanttan Resulullah’ın sonradan okuma yazma öğrendiği sonucunu çıkardıkları kaynaklarımızda mevcuttur. Lakin İslam âlimlerinin kahır ekserisi ümmilik mevzuunda aynı düşünür ki o da Hz. Nebi(as)’nin okuma-yazma bilmediği hususudur. Son bir asra kadar da bu meselede ciddi sayılabilecek aykırı bir ses yoktur. Razi, Taberi, Kurtubi, Zemahşeri, Beğavi, Suyuti, İbni Hacer, İbni Teymiye, İbni Haldun, İbn Kayyım, Şevkani, Reşit Rıza, Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup, Hasan El Benna, Mevdudi, Yusuf El Karadavi ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çoğunlukta âlimler Efendimizin okuma-yazma bilmediğinde ittifak etmişlerdir. Elbette bunlar böyle düşünüyorsa kesin doğrudur denilemez ancak farklı bir fikir öne sürülürken çok kuvvetli argümanlara dayalı olması gerektiğinin önemini gösterir.
Ümmilik konusunda kadim ve cedit bütün görüşlere vakıf olan Ebu’l A’la El Mevdudi Tefhimu’l Kur’an isimli eserinde, Ankebut suresinin 48. ayetinin tefsiri meyanında şöyle görüş belirtmektedir :Hiç okuma yazması olmayan birisinin, birdenbire, hiç kimse onu daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görmediği halde fevkalade nitelik ve özelliklere sahip Kur’an gibi bir kitap getirmesi ve onu insanlara sunması, aslında bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin açık delilidir. O’nun doğumundan yaşlılığına dek tüm hayatını oralarda birlikte geçirdiği çağdaşları ve akrabaları onun hiç kitap okumadığını, hatta eline kalem dahi almadığını çok iyi biliyorlardı. Kitapta sunulan bu bilgiler, daha önceki peygamberlerin kıssaları, birçok farklı dinin inanç ve akideleri, eski ümmetlerin tarihleri, sosyal, ekonomik ve ahlaki hayatla alakalı sorunlar bu adamın başka bir kaynaktan değil ancak vahiyden öğrendiğinin sarih delilidir. Eğer Nebi(sav) , okur-yazar olsa, Mekkeliler de onu ciddi ilmi çalışmalar yaparken görselerdi o zaman batıl yolda olanlar bu muntazam bilgilerin vahiy ürünü değil okuma-yazma yoluyla diğer kitaplardan elde edilmiş malumatlar olduğu inancına kuvvetli bir dayanak bulabilirlerdi. Fakat onun Mekkelilerce tartışmasız okur-yazar olmadığı görüldüğü için böyle bir iddia ortaya atılamamış ancak başka birileri tarafından Peygambere sabah akşam okunduğu öne sürülebilmiştir.”.
Peygamberimizin ümmi olduğuna dair ayetlerden işaret ettiğini söyleyen ulema hakikatin bir veçhesini ifade etmektedirler. Ümmi kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de beş farklı manada kullanıldığı bütün tefsir kitaplarında varittir. Kur’an’da ümmî kelimesi iki ayette Peygamberimize nispet edilmekte, bir kez ümmiyyüne, üç kez de el-ümmiyyîne (Al-i İmran, 20,75; Cuma, 2) şeklinde geçmektedir. Ümmî kelimesinin kökü; ümm yani annedir. Ümmî; “bir anaya mensup olan veya anadan doğduğu gibi kalan” anlamına gelmektedir. Eğer saf, duru, pak ve bozulmamış bir fıtratı nitelendirmek için kullanılırsa olumlu; cahil, hiçbir şey öğrenmemiş, halen anadan doğduğu gibi çocuk akıllı anlamında kullanılırsa olumsuz bir mana taşımaktadır. Araf 157 ve 158. ayetlerde Efendimiz (sav) nispeten kullanılan ümmî kelimesi hem Ehl-i Kitaba mensup olmayan, hem de okur-yazar olmayan anlamına gelir. Bakara 78 ve 79. ayetler birlikte değerlendirildiğinde ümmiyyüne ifadesi ile bir kesimin kastedildiği görülür. Kur’an’da üç defa varid olan ümmiyyîne sözcüğü önceden vahye muhatap olmayan kişiler ve toplumlar için kullanılmıştır.
Peygamberimizin ümmiliği meselesi Kur’an’ı Kerim’de nübüvvet ve risaletinin kanıtı olarak takdim edilir. Kur’an gibi metni, nazmı, tertibi ve muhtevasıyla hem nüzul dönemi hem de Son Saat’e kadar yaşayacak insanlar için mucize olan bir kitap dönemsel mucizelerle karıştırılmalıdır. Çünkü dönemsel mucizeler bütün hakikatiyle sadece muhatap olduğu toplumu/topluluğu ilzam eder, onlar için kat’i bir delil, bir hüccettir; neticede gözleriyle mucizeye şahitlik edenler o insan grubudur. Sonraki nesiller ise bunu okuyarak veya dinleyerek öğrenirler ve mucizenin etkisini hissedemezler. Kur’an ise böyle değildir. Onun icazı, Kıyamet’e kadar muarızlarını susturacak kadar kesin delilli, münkirlerini aciz bırakacak kadar ilmi metanete sahip bir mahiyettedir.
Tarihi bir vesika olan Belâzuri’nin verdiği bilgiye göre Mekke’de 17, Medine’de 11 kişi okuma-yazma bilmekte iken Hz. Nebi(as) bölgede, bir seferberlik başlattı. 23 yılın sonunda hesabı tutulamayacak nispette okuma-yazma bilen kişi oranına ulaşıldı .Bedir Gazvesi ’nden sonra esir alınan Müşriklerden, 10 Müslümana okuma-yazma öğretenler tekrar özgürlüklerini elde etmişlerdir. Ehl-i Beyt ’ten bazıları bu süreçte okuma yazmayı öğrenirken bazıları sadece okumayı bazıları da çok az okuma-yazmayı öğrenebildiler.. Hz. Aişe ve Ümmü Seleme validelerimiz okumayı öğrenirken, yazıyı öğrenemediler.. Hafsa validemiz okumayı Şifa el-Adviye’den öğrenince, Efendimizin “Keşke Hafsa ’ya okumayı öğrettiğin gibi, yazmayı da öğretseydin” dediği. Hz. Şifa’nın da bu talep gereği Hz. Hafsa ‘ya yazıyı da öğrettiği kayıtlıdır.
Hz. Peygamberin(sav) okuma –yazma bildiğini savunan Müsteşrikler ile bazı Müslümanlardan oluşan farklı bir kesimin olduğunu biliyoruz. Bu gruptakiler iki mühim zaviyeden yaklaşıyorlar olaya: Bir kısmına göre Yüce Allah, Peygamberimize her bakımdan hususi bir güç ve hususi bilgi vermiştir. Nübüvvetten sonra zaten mevcut olan kabiliyetler kendiliğinden zuhur etmiştir; ayrıca bir çabaya ihtiyaç duymamıştır. Bu anlayışta olanlardaki aşırı ismet gayreti hemen göze batmaktadır. Hâlbuki Efendimizin böyle aşırı yüceltmeci bir övgüye muhtaç olmadığını izaha lüzum dahi yoktur. Bir kısım garazkâr müsteşrikler ise bu meseleyi nübüvveti inkâr için basamak yapmaya gayret ederler. Onların batıl ve mürîp iddiasına göre Nebi(as), mükemmel bir biçimde okuma-yazma bilmesine rağmen, ibadet şekillerinin, kıssaların, ahlaki esasların Kitab-ı Mukaddes’ten iktibas edildiği ortaya çıkmasın diye- mahsus- okuma –yazma bilmiyor gibi davranmıştır. Tabi bu anlayış İslam’dan nefret eden Batılı oryantalistler için normaldir. Üzücü olan husus ise son bir asra yakın zamandan beri yeni bir anlayışın kimi ilahiyatçılar tarafından dillendirilen görüşlerin ve iddiaların – çoğunlukla - müsteşriklere ait olmasıdır.
Müsteşriklerin Peygamberimizin okuma-yazma bildiğini iddia etmelerinin iyi niyetli olmayan bir gayesi vardır: Onlar, bu iddialarıyla, güya, Resulullah’ın 12 yaşında bir çocuk iken amcası Ebu Talip ile Şam’a ticaret amacıyla gittiği, orada karşılaştığı rahip Bahira’dan geçmiş kitapların bilgisini alarak yazdığı, sonra da ihtiyaca göre, vahiy geldi, diyerek yazıp insanlara duyurduğunun alt yapısını oluşturduklarını zannediyorlar. Hâlbuki böyle bir şeyin muhal olduğu en basit akıl yürütmeyle dahi rahatlıkla çürütülebilir. O yaşta bir çocuk süper bir okuma-yazmaya sahip olsa bile, bugün, Kur’an’da mevcut bütün hususları nasıl ve ne şekilde öğrendiği, hangi defterlere kaydedip 30-40 yıl boyunca muhafaza ettiği, ardından bu bilgilere dayanarak mükemmel bir kitabı nasıl yazdığı soruları cevapsız kalır. Kaldı ki akli delillerden daha önemli olan Ankebut suresinin 48. ayeti - zorlama tevillere girişilmez ise- Hz. Muhammed(sav)’in risalet öncesi okuma-yazma bilmediğini kat’i surette beyan etmektedir.
Peygamberimizin ümmiliğini tartışan Müslümanlardan menfi ve müspet reyde olanların dayandıkları muhtelif delillerin cemmini ele almaya imkân yok lakin bazı delilleri serdetmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Şayet; O’nun bildirdiği şeylerin önemi ümmiliği meselesiyle doğrudan alakalı ise ve bazılarının şeklindeki makul gibi duran itirazlarına nasıl bir cevap verilir, denilecek olursa: . Nitekim tarih boyunca birçok peygamber toplumun genel ölçüsüne aykırı şekilde gelmiştir(Hz. İsa, Hz. Musa, hatta Resulullah ki, Mekke müşrikleri Kur’an’ın iki büyük adamdan birisine inmesi gerektiği yönünde itirazda bulunmuşlardı.” şeklinde cevap verebileceğimizi söyleriz.
Bu meseleyi değerlendirirken şu hususu akıldan çıkarmamak elzemdir. Okuma-yazma tabii ki mühimdir fakat bizatihi, asli, kendi mevcudiyeti ile bir değer değildir. Bilakis okuma –yazma, bilgiye ulaşmanın ve duygu ve düşünceleri başkalarıyla paylaşmanın, başkalarına iletmenin bir vasıtasıdır. Yani gayeye matuf bir kıymeti vardır. Kıymeti maksat ve gayesinden tevellüt ettiği için ilim tahsil etmenin önemli bir vesilesi kabul edilmektedir. Bu hususiyet bizim için pek ehemmiyetli olsa da bütün bilgilerin, marifetin, hikmetin, geçmiş, şimdi ve gelecek zamanın bilgilerini vahiy ile öğrenen Hz. Nebi için böyle bir önemden söz edilemez. Zaten onun bize bildirdiği vahyin mestur olduğu Kur’an’ı Kerim’deki malumatlar okuyarak öğrenilmiş ve yazılmış bilgiler değildir. Aksine ümmi olduğu ayetlerle haber verilen, bu vahiylerden, okuma –yazma yoluyla haberdar olmadığı beyan edilen Emin bir Elçi’nin semavi menbadan aldığı ve insanlığa tebliğ ettiği halis, sadık, mü’men bilgilerdir.
İtirazlardan birisi salt akla dayanarak ileri sürülmektedir. Bu itirazı dillendirenler
Resulullah’ın hayatındaki en küçük ayrıntının, hatta aile hayatındaki bir kısım tafsilatın bile nakledildiği hadis külliyatında, O’nun okuma-yazma öğrenip öğrenmediği, öğrendi ise, kimden /hangi sahabeden ne kadar sürede öğrendiği, ne zaman öğrendiği vb hususlarda bir rivayet olmadığı hususu iyi düşünülmelidir. Bu konu değerlendirilirken, vahiy kâtiplerinin sayısı, isimleri, vahyi nasıl kaydettikleri, daha da önemlisi, İslami davet başladığında Mekke toplumunda toplam 17/19 kişinin okur-yazar olduğu ve isimleri dahi bize kadar ulaşmışken Peygamberimizin okuma-yazmayı kimden öğrendiğine dair bir malumat olmaması mutlaka nazarı dikkate alınmalıdır.
Ezcümle; Hz. Nebi(sav)’nin Mekke döneminde okuma yazma bilmediği çok sağlam delillere müstenit olduğu için şahsi düşüncem bu yönde. Ankebut suresinin 48. ayeti kerimesi ( Bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de elinle yazabiliyor değildin. Şayet böyle olsaydı Batıl’a sapanlar bundan şüpheye düşerlerdi, başkalarını da düşürürlerdi) de bunu teyit etmektedir. Hüdeybiye Muahedesindeki bazı rivayetleri bize aktaran Bera b. A’zip (r.anha) hadisindeki farklılıkları da hesaba kattığımız zaman, en azından, sürekli vahiyle, onun yazdırılması işiyle meşgul olan Resulullah’ın sonradan kendine yetecek kadar kifayette okuma –yazma öğrendiğini fakat bugünkü okur-yazar kavramından farklı olduğunu -okuma-yazmanın çok basit bir seviyede olduğuna işaret eden rivayatı unutmamak kaydıyla - söylemek mümkün olabilir. İşin hakikatini Allah bilir .