Nihayet iftar sona erdi gece olmuştu.Melikşah bir sıçrayışta ayağa, Çinli’sine koşup Vezir’in yüzündeki sıkıntılı ifadeyi yetiştirmek için sabırsızlanıyordu. Nizam ise önce dirseklerine dayanıp güç aldı, sonra büyük zorlukla doğrulup ayağa kalkabildi. Harem çadırları uzakta değildi, yaşlı amca kızı ona acılarını dindirecek etkili bir çay hazırlayacaktı. Gideceği yer en fazla yüz adım uzaklıktaydı. Çevresinde imparatorluk ordugahlarının o kaçınılmaz hay huyu ve gürültüsü hüküm sürüyordu Yol bitmek bilmiyor, Nizam tek başına adımlarını sürüdü, gözden düşmüş bir ihtiyardan ne koparılabilir?
Yine de birisi yaklaştı yanına , sırtına yamalı bir aba geçirmişti.Hayır dualar mırıldanıp duruyordu. Nizam elini kesesine atıp üç altın çıkardı.Hala yanına gelmeye cüret eden bu yabancıyı ödüllendirmek lazımdı.
Şimşek gibi bir parıltı, havada şimşek gibi çakan bir bıçak.Her şey çok çabuk olup bitti.Nizam’ın elin havaya kalktığını görmesiyle hançerin giysisini, tenini delip kaburgalarının arasına saplanması bir olmuştu.Bağırmadı bile .Sadece şaşkınlığını belirten bir hareket yaptı,ciğerlerine son kez bir soluk çekti. Karanlıkta şimşek gibi çakan hançer, o kalkıp inan el ve tükürür gibi “Al bakalım bu armağanı, ta Alamut’tan geliyor sana!” diyen o gerilmiş ağız, yere devrilirken ağır ağır akan görüntüler halinde gözlerinin önünden bir kez daha akıp geçti.
Hasan Sabbah tarihin gördüğü en ürkütücü cinayet aygıtını kurmayı başarmıştı; buna kimse itiraz edemez.Ama 11. Yüzyılın kana gömülen o son yıllarında bu aygıtın karşısına başka bir örgüt dikilmişti. Katledilen Vezir’e duydukları sadakatin harekete geçirdiği Nizamiyeciler, farklı ve belki de biraz daha sinsi yöntemlerle, asla Hasan Sabbah’ın adamları kadar yankı uyandırmayan, ama en az onlar kadar yıkıcı sonuçlar veren yollarla ölüm saçacaklardı.
Kalabalık , Haşşaşin fedaisinden geriye kalanlardan hıncını alırken beş subay Nizam’ın hala sıcak bedeninin başında ağlayarak toplandılar, beş sağ el ileriye doğru uzandı, beş ağız koro halinde tekrarladı: “Huzur içinde uyu efendimiz, düşmanlarından hiç biri sağ kalmayacak.”
Kimden başlayacaklardı? Ellerindeki kara liste uzun, ama Nizam’ın talimatları çok açıktı.Beş adamın durumu yeniden istişare etmelerine bile gerek yoktu.Ağızlarından mırıltı halinde bir isim döküldü.
Melikşah çok tuhaf davranıyordu.Vasisinin ölümünden yararlanıp imparatorluğun dizginlerini sonunda eline alacağı beklenirdi.Ama hiç de öyle olmadı.
18 Kasım 1092’de Melikşah Bağdat’ın kuzeyindeydi, ormanlık ve bataklık bir bölgede avlanıyordu. Dolaşmak karnını acıktırmıştı. Köleler koşuştu. Bir düzine adam yaban hayvanlarını kesip, derilerini yüzüp şişe geçirdiler.Bir süre sonra açıklık bir alanda etler kızarmaya başladı. En yağlı but hükümdara sunuldu.O da iştahla yiyip karnını doyurdu.
Birden bağırsakları yırtılıyormuş gibi bir ağrı saplandı karnına. Melikşah acıyla kıvranıyordu, yanındakilerin dizlerinin bağı çözüldü.Sinirle elindeki kadehi fırlatıp attı,ağzındakileri tükürdü. İki büklüm oldu, içi boşaldı, sayıklamaya başladı,sonra da bayıldı. Çevresindeki onlarca muhasip, asker ve hizmetkar titriyor, birbirlerini kuşkuyla süzüyorlardı. İçkiye zehrin kimin karıştırdığı hiç öğrenilemeyecekti.Belki de turşuya katılmıştı. Yoksa av etine mi? Ama herkes aklından hesap yaptı: Nizam öleli otuz beş gün olmuştu.Vezir “kırkını göremeyecek “demişti.Öcünü alanlar verilen mühlete uymuşlardı.