Madde madde bahsettiği konuları bu özetten şöyle aktarmak mümkündür:
Sultan Abdülhamid, ne “Kızıl Sultan” ne de “Ulu Hakan”dır. Ona gerçek adıyla hitabetmek en doğrusudur. Sultan Abdülhamid…
1) Sultan Abdülhamid bir darbe sonucu ve darbecilerle yaptığı pazarlık sonucunda iktidara gelmiş ve bir darbe sonucunda tahttan indirilmiştir.
2) Bütün otokratlarda olduğu gibi, Sultan Abdülhamid’de kısa sürede kendisini iktidar yapan devlet adamlarının hemen hepsini yanından yöresinden uzaklaştırmış, daha çok silik, kendisine kayıtsız şartsız biat edecek devlet adamlarıyla çalışmayı tercih etmiştir. Onun yönetiminde işbaşına gelecek devlet adamlarında liyakat ve ehliyet değil, mutlak biat ve sadakat tercih edilmiştir. En hayati pozisyonlarda çalıştırdığı kimseler, daha çok gayri Müslim devlet adamlarıdır. Canını emanet ettiği özel doktoru da malını emanet ettiği bankeri ve Hazine-i Hassa bakanı gayri Müslim’dir.
3) Sultan Abdülhamid moratoryum ilan etmiş, neredeyse bütün kurumları çökmüş bir devlet yönetimi devraldı. Osmanlı Devleti ondan önce de ondan sonra da sadece uzatmaları oyuyordu. Borç batağına batmış, el tezgâhlarına dayalı ekonomisi Avrupa’nın fabrikasyon üretimi karşısında iflas etmiş, memurlarına doğru dürüst maaş ödeyemeyen, okuma yazma oranları tekli rakamlarla ifade edilen, hiçbir üniversitesi olmayan, medreseleri adeta orta çağı yaşayan, açlık, sefalet ve hastalıkların kol gezdiği bir ülkeydi, Osmanlı Devleti.
4) Sultan Abdülhamid’in de kendilerinden öncekiler gibi ekonomik çarkı çevirmek için yabancıların ve Galata Bankerlerinin kapısını çalmaktan başka çaresi yoktu. Yeni borçlar bulması için öncekileri yapılandırması gerekiyordu. Düyunu Umumiye Meclisi’ni kuran meşhur Muharrem Kararnamesi onun imzasını taşıyor. Alacaklılar, bu kararnameyle daha kaynağında Osmanlı Devleti’ni gelirlerinin önemli bir bölümüne, alacaklarına karşılık el koyuyordu. İlki 1854 de Kırım Savaşı esnasında alınan dış borcun Düyunu Umumiye kapsamındaki son taksitini, Türkiye Cumhuriyeti ancak 1954 de ödeyebildi.
5) Sultan Abdülhamid döneminde bazı çevrelerin iddia ettiği gibi ekonomi hiçbir zaman iyi durumda olmadı. Ekonomik iflasa rağmen Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı demiryolları, okullar ve hastaneler ve genel olarak giriştiği imar faaliyeti onun sevap hanesine yazılması gereken önemli yatırımlardır.
6) Sultan Abdülhamid döneminde hiç toprak kaybedilmediği iddiası bir efsaneden ibarettir. Onun döneminde Osmanlı Devletinin kaybettiği topraklar bugünkü Türkiye’nin iki katından daha fazladır. Daha da ötesi Kıbrıs’ı adeta İngilizlere armağan etmiştir. Çırağan Baskınından sonra Sultan dehşete kapılmış evhamlı mizacından dolayı korkuları kontrolden çıkmış ve kendisini korumaları için İngiltere’ye sığınmıştır. Sultan’ın bu ruh halinden yararlanmayı bilen dönemim İngiltere İstanbul Büyükelçisi usta diplomat Henry Layard, Sultan’dan Kıbrıs’ı tereyağından kıl çeker gibi rahatlıkla koparmıştır.
7) Sultan Abdülhamid’in yedi düvele kafa tuttuğu, büyükelçileri tokatladığı şeklindeki iddialar da hem yalan hem de gülünçtür. Aksine Sultan Abdülhamid diplomatlara karşı son derece kibar, misafirperver ve cömerttir. Elçiliklerde memurlara varıncaya kadar Sultan, diplomatları ve yabancı misafirleri, nişan ve ihsanlara boğan biridir.
8) Sultan’ın sonraki yıllarda İngiltere’yle arasının açılması kendisinin değil, İngiltere’de iktidara gelen aşırı Türk ve Müslüman düşmanı William Gladistone’un yaklaşımıdır. Sultan isteseydi de Gladistone’la anlaşamazdı. Nitekim Gladistone’un ilk icraatı gelir gelmez Mısır’ı işgal ve ilhak etmesiydi. Sultan Abdülhamid çaresiz kalınca Avrupa’da sarılacak bir dal olarak Almanları buldu. Alman İmparatoru Wilhelm’le geliştirdiği yakın ilişki ittihatçılar tarafından miras olarak alınmıştır. Bu sıkıntılı ilişki Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşında Alman saflarında savaşması sonucunu doğurmuş, bu aynı zamanda imparatorluğun sonunu getirmiştir.
9) Onun 1900 lü yıllarda Rus Çarlarıyla ilişkileri ısıtması ve Romanof Hanedanıyla yakınlaşması biraz da iki ülkedeki yönetimin birbirine çok benzemesinden kaynaklanıyordu.
10) Onun zamanında Kapitülasyonlar aynen devam etmiş, kapitülasyonları genişletmek için geriletmek için bazı girişimleri olmuş ama Avrupalıların çok sert tepkileriyle karşılaşınca geri almak zorunda kalmıştır.
11) Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti adeta misyoner faaliyetlerin, misyoner ve yabancı okullarının cenneti haline gelmiştir. Sultan’ın misyoner karşıtı tutum takındığı da doğru değil.
12) Onun amansız bir Yahudi düşmanı olduğu, Dünya Siyonizm’inin babası Theodor Herzl’e haddini bildirdiği de bir şehir efsanesidir. Aksine Sultan Theodor Herzl’le ve Rothchild ailesiyle yakın dostluk kurmuş, onları ikram ve ihsanlara boğmuştur.
13) Tahttan indirildiğine dair kendisine hal’ fetvasını tebliğ eden milletvekili ve âyan heyetinde Yahudi Selanik Mebusu Emanuel Karasu’nun bulunması, bu işin bir Yahudi en hafifinden bir Sabatayist tezgâhı olduğu iddiasına yol açmış ve muhafazakâr camia bunu daima Sultan’ın mazlumluğu için bir gerekçe olarak kullanmıştır. Emanuel Karasu oraya Yahudileri temsilen ve Yahudilik Davası için değil sadece Osmanlı Mebusan Meclisinin bir üyesi olarak gitmiştir. Üstelik kendisi durumdan vazife çıkarmamış Meclis-i Mebusan tarafından tıpkı diğerleri gibi görevlendirilmiştir. Kaldı ki Yıldız Evrakının en azından bir kısmı üzerinde yapılan incelemelerde Sultan’a en çok jurnal verenlerden birinin Emanuel Karasu olduğu ortaya çıkmıştır.
14) Sultan, halkın içinde bir hükümdar değildir. Kendisini, ayrı bir dünyaya çevirdiği Yıldız Sarayına kapatmış, ülkeyi jurnaller ve istihbarat raporlarıyla idare etmiştir. Değişmez kaidedir; Korkaklar korkutarak idare eder. Sultan Abdülhamid’in hayatına hem şahsı, hem ailesi hem de ülkesi adına cinnet derecesine varan korkular hâkimdir. Onun yönetimi bir tek adam yönetimidir ve hiç şüphe yok ki gerekçesi ne olursa olsun bu dönem bir istibdat dönemidir. Sansür, sürgün, takip, taciz bu dönemim karakteristik özelliklerindendir.
15) Onun döneminde bütün yetkiler merkezileşmiş, ancak bu merkez payitaht olarak İstanbul değil, sadece ve sadece Yıldız Sarayıdır. Dedesi II. Mahmud’dan itibaren güç ve itibar kazanan Babıâli Sultan Abdülhamid döneminde etkisiz ve yetkisiz hale gelmiştir.
16) Sultan Abdülhamid’in çok dindar olduğu hatta “veli” olduğu iddialarının da hiçbir gerçeklik payı yoktur. O, diğer Osmanlı padişahları ne kadar, dindarsa o kadar dindardı. Sultan Abdülhamid sarayında aile fertleriyle birlikte Batılı bir hayat yaşıyordu. Saray tiyatrosunda Avrupa’daki en son opera ve operetleri ailesiyle birlikte seyrediyordu. Türk müziğinden asla hazzetmez, bütün çocuklarına Batı müziği eğitimi aldırırdı. Türkiye’deki ilk içki fabrikası, Bomonti Kardeşlerin onun zamanında İstanbul’da kurduğu bira fabrikasıdır.
17) Sultan’ın İslamcılık politikası, pragmatist bir politikaydı. Halife sıfatını siyasi bir enstrüman olarak en çok kullanan padişah şüphesiz ki Sultan Abdülhamid’di. Peki bu bir işe yaradı mı? Tabii ki de bir işe yaramadı. Onun İslamcılık politikası Türkiye’deki İslamcı aydınlara bile samimi gelmiyordu. Nitekim kendi dönemindeki İslamcı diye niteleyebileceğimiz aydınların ezici çoğunluğu Sultan Abdülhamid’ karşıydı. Onun baskıcı politikalarının münafık bir toplum oluşturduğuna inanan İslamcılar, İslam halifesinin istibdatçı olmasını, İslamiyet’i bütün dünyaya istibdata müsait bir din olarak gösterdiği için çok ama çok kızgındırlar.
18) Türkiye’deki mevcut İslamcıların Sultan Abdülhamid’i adeta kutsaması akla ziyan bir durumdur. Bunun kaynağı çok iyi bir şair ama çok kötü bir ideolog olan merhum Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl’ın her zaman duyguları aklının önünde olmuştur. Bütün hayatı reaksiyonlar üzerine bina edilmiş Necip Fazıl Kemalizm’e karşı adeta Hamidizm diyebileceğimiz bir ideolojinin mucididir. Onun devamında son derece zeki ama bir o kadar da savruk olan merhum Kadir Mısıroğlu, özellikle milli görüş çevrelerinin tarih şuurunu oluşturan kişi olmuştur. Adı geçen iki şahsa “üstad” olarak hitap eden bu camia, araştırmalara ve okumalarına dayanarak değil, bu iki zatın beyanlarına dayanarak Türkiye’de bir Abdülhamid kültü oluşturmuşlardır.
19) Muhaliflerine göz açtırmayan Sultan Abdülhamid, onlarla ikili görüşme ve münasebetlerinde görünüşte çok samimi ve sempatiktirler. Muhalifleri onunla görüşüp ayrıldıktan sonra olumlu yönde büyük bir ümide kapılır ama bu iyimser hava uzun sürmez. Bu kişiler kısa süre sonra ya sürgüne gönderilir ya da kendileri bir şekilde yurtdışına kaçmak zorunda kalır. Havuç ve sopa politikasını en iyi uygulayan padişahlardan biri hiç şüphe yok ki Sultan Abdülhamid’dir.
20) Sultan, olağanüstü bir servete sahiptir. Şehzadeliğinden beri servet edinme konusunda hayli marifetli olan Sultan Abdülhamid’in mallarının çok önemli bir bölümü, kendisinin tahttan indirilmesinden sonra İttihatçılar tarafından hazineye devredilmiştir. Azlettiği birçok devlet adamının malını müsadere eden Sultan da sonunda müsadereye uğramıştır. Bugün bile Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün kayıtlarında Filistin’den Bosna-Hersek’e kadar Sultan Abdülhamid adına kayıtlı binlerce tapu bulunmaktadır. Bunların yarısına yakını bugünkü Türkiye toprakları üzerindeki gayrimenkullerdir.
21) 31 Mart olayında Sultan’ın doğrudan bir alakası yoktur ancak bu olay esnasında kendisinin eski gücüne kavuşacağı ümidine kapılmıştır. Olayı tahrik ve teşvik etmemiş ama ciddi şekilde engelleyici bir irade de ortaya koymamıştır.
22) Sürgüne gönderildiği Selanik’te ikametine ayrılan Alatini Köşkü uzun süre boş kaldığı için bir miktar bakımsızdır ama o dönem de şimdi de bu bina Selanik’te en prestijli binalardan biridir. Kendisi ve ailesine refakat eden bazı genç subayların kendisine ve aile fertlerine yönelik terbiyesizlikleri elbette utanç vericidir. Sultan Selanik’ten İstanbul’a nakledilince Beylerbeyi Sarayı ikametine tahsis edilmiştir. Kendisinin devrik sultan olan ağabeyi Sultan V. Murad’a reva gördüğü muamele ile kendisine yapılan muamele mukayese bile edilmez. Sultan V. Murad Çırağan Sarayının kendisinde değil, bu sarayın müştemilat sayılan bir bölümünde yaşayıp vefat etmiştir.
23) Vefatından sonra pişmanlıklarını ifade edenlerin hemen hepsi İttihat ve Terakki’nin baskıcı yönetiminden dolayı hayal kırıklığına uğrayanlardır. Tam istibdattan kurtulduk derken başka bir çeşit istibdadın kucağına düşenler, gelenin gideni arattığını gördükleri için nedamet duygusuna kapılmışlardır. Ancak gelenin daha kötü olması gideni iyi yapmamıştır.
24) Sultan Abdülhamid’e yaşadığı dönemde karşı olan İslamcı aydınlardan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve Bediüzzaman Said Nursi’ye izafe edilen pişmanlık beyanları, yazılı bir bilgi ve belgeye dayalı değil kulaktan dolma iddialardan ibarettir.
25) Sultan Abdülhamid elbette hatalarının ve sevabının hesabını Allah’a verecektir. Elbette bizim gibi kulların o ve onun gibiler için düşündükleri ve vardığımız yargılar sadece tarih ilmi açısından değil, günümüz ve geleceğimiz açısından da önemlidir. Çünkü tarih dünle ilgilenir, bugün için ibret verir ve geleceğin şekillenmesine katkı sunar.”
Hüseyin Çelik bu kitabında soru ve cevaplarla Sultan Abdülhamid’i anlatmak metodunu kullanmış. Kendine göre 24 soru sorarak aşağı yukarı yukarıda maddeler halinde vermiş olduğumuz muhtasar cevaplarla izahat yapmaya gayret etmiştir. Yazılanlarda teknik bazı hatalar olsa da özü itibariyle doğrudur. Eksiği var fazlası yoktur.
Kitabın eksikliği 93 Harbinden söz etmemesidir. Abdülhamid’in en büyük vebali 1877-1878 Rus Harbi ki 1293 Rumi takvimine denk gelmesi nedeniyle 93 Harbine onay vermesidir. Sultan Abdülhamid bu harbi Yıldız Sarayından telgraflarla idare etmek ve Paşaların eylemlerine müdahil olmasıdır. Bu dönemle ilgili olarak Sayın Hüseyin Çelik 1994 de çıkan ve 800 sayfayı bulan İngiliz Belgelerinden aktardığı doktora tezi “Ali Suavi ve Dönemi”nde bahsettiği 4 Haziran 1878 tarihli İstanbul Sözleşmesiyle Kıbrıs’ı İngilizlere adeta hediye edişine değinmiştir.
Dört bir yanı sarılıp kıskaç altına alınacağını sezen Osman Paşa, Plevne’den çıkmak için birkaç kez izin istemesine rağmen, Saraydan gelen telgraf; “Zinhar Plevne’yi terk etmeyin” olmuştur. 14 Kasım 1877 de Plevne’yi boşaltmasına izin verilmişse de bu izin emrinin Plevne’ye ulaştırılması bile mümkün olmamıştır. Çünkü 150.000 kişilik Rus ve Rumen birlikleri dört tarafını kuşatmışlar, dışardan erzak ve cephane girişi imkânsız hale gelmişti. Cephane ve erzakı tükenmekte olan Osman Paşa 10 Aralık 1877 de huruç harekâtında yaralandı ve 44.000 subay ve erimiz esir oldu. Bu Plevne esirlerinden savaş sonunda yurda dönebilenlerin sayısı 15.600 dür. Toplam verilen 113. 000 esirden öl(dürül)enlerin oranı: % 40,5 dır.
Bu savaş nedeniyle insan kaybımız, toprak kaybımız, savaş tazminatı ile maddi kaybımız 500 yıllık birikimin heba olmasını intaç etmiştir. Rumeli’yi Balkanları kaybımız ve bilhassa halkımız sivil katliamına maruz kalmış olup Rumeli’den göçler bu dönemde ivme kazanmıştır. Devlet-i Aliye’nin üç rauntluk ömrü kalmıştı. 93 Harbi ilk raundu, Balkan Harbi ikinci raundu, Birinci Dünya Harbi de üçüncü ve son raundu ifade ediyor. Bu savaştaki sorumluluğundan söz edilmemesi bir eksikliktir. Hem de en büyük eksiklik.
1876 da tahta çıkartılmasını Kanun-i Esasi ve Meşrutiyeti ilan şartına müstenit iken, 31 Ocak 1878 deki ateş kes antlaşmasından sonra yapılan müzakerede, kendisine yönelen eleştiri oklarından endişe duyan Abdülhamid’in 13 Şubat 1878 de Meclis-i Mebusan’ı kapatması da üzerinde durulması gereken önemde bir konu olmasına rağmen bahsi geçmeyişi de bir başka eksikliğidir.
Abdülhamid’in 1881 de darbeci ve muhalifleri addettiği eski dönem ricali aleyhine açtığı Yıldız Mahkemesinden de söz etmeyişi bir başka büyük eksikliktir.
Bu eksiklikleri nedeniyle, kitabın basımının tacil edildiği, bunun da günümüz tek adam yönetimine gizli bir eleştiri yaptığı yorumlarına neden olmuştur.
Aslında yazar Sultan Abdülhamid’i ve Dönemini uzun uzun anlatan kitaplardaki konuları bir buket halinde dillendirmek istemiştir. Bu eksikliklerle bazı yazarların dile getirdiği teknik hataların bir sonraki baskılarda tashihi ve tanzimiyle güzel bir esere daha imza atmış olacağı söylenebilir.