HALİSE TEYZEM

Toplumda bugün de, hazin ve elim, nice öyküler yaşanıyor hiç kimsenin haberi olmadan.

Şunun şurasında 50-60 yıl evvel yaşanmış ibretamiz hayat öykülerinin birçoğundan habersiziz. Köy hayatında öyküsü –akraba olmamız hasebiyle-bize kadar ulaşan çok ilginç yaşam öykülerinin kaybolmasına gönlüm razı olmadı. İşte bu yazıda hikâyesini anlatacağım Halise teyzemin öyküsü de bunlardan birisi.

1942 yılının ekim ayında -şimdi tamamen aslî köylülerinin metruk bıraktığı, dağdan gelenin bağdakini kovduğu-Küçük Köpekli köyünde Süvari’nin Mehmet’in son kızı olarak dünyaya gözlerini açtığında başına geleceklerden habersizdir. Esasında kimse kendi mukadderatının nasıl tezahür edeceğini bilemiyor. Halise, annesi Elif gibi beyaz tenli değildir; aksine koyu esmer tenli, şen şakrak güzel bir kız çocuğu olarak baba bir ablaları Ümüş, Zekiye, Döndü ve anne, baba bir kardeşleri Zeynep, Yeter ve ağabeyi Cevdet ‘in yanında geniş bir ailede gayet mutlu bir çocuktur. Ablaları Zeynep ve Yeter ile hemen evlerinin önünde kâin köy çeşmesinde sabahtan akşama kadar gelen giden köylülerin testileri ve omuzluklarıyla su taşıyışlarını ve hayvanlarını sulamalarını seyretmeyi çok sevmektedir.

   Büyük Dalgara, Küçük Dalgara Katıranlı, Uyluk, Gümüşkümbet tepesi, kuyuluk mevkisi ve evlerinin bahçesiyle müvahhad, içerisinde armut, elma, caneriği, kayısı, ceviz ve  üvez ağaçlarının bulunduğu bağlarında zamanın nasıl geçtiğini anlayacak bir yaşa gelmeden annesinin aniden ölmesiyle yetim kalır. Annesi Elif; karakışın insanları ve hayvanları esir aldığı, ocak ayının en soğuk ve fırtınalı gününde, Gümüşkümbet köyüne gelin giden en büyük ablası Ümüş’ü ziyaret edip dönerken, Kümbettepesi’nde, elindeki kuşhaneyi düşürür. Kuşhane yüz, yüz elli metrelik derenin dibine kadar yuvarlanır.1945’inde bu kadar ehemmiyetli bir kap bırakılacak bir gereç değildir. Ablası Ümüş’ün kocası eniştesi Mehmet, derenin dibindeki kuşhaneyi alıp gelene kadar soğuğun, acıyla karışık ıslık çaldığı tepede bir müddet bekler. Yokuş yukarı tırmanmanın etkisiyle terlemiştir. Lakin hastalandığında anlar, terli bir biçimde tepede bekleyerek ne kadar büyük bir hata yaptığını. İş, İşten geçmiştir artık.

Doktora ne lüzum var ki demek,  o günün imkânsızlıklarının müessif bir neticesidir. İstense bile, o mevsimde, ulaşımın olmadığı, bir metre karla kaplı mahrumiyet bölgesinde dağları aşıp, hangi araçla Kırşehir’e götürülecek ki Elif gelin. Hakikatte herkes kaderini yaşarmış da mukadder olanın içinde kulların gayreti de yazılı değil mi? Dört çocuk annesi genç Elif, on gün içerinde ebedi âleme hicret ettiğinde, koyun derisi sarılması en son seçenek olmak üzere günün bilinen bütün halk tedavileri tatbik edilir. Lakin dönemin en önemli ölüm sebeplerinden birisi olan satlacana(zatürre) Elif’in eceline perde olur.

Annesinin ölümüyle Küçük Halise, ablaları ve abisiyle yetim kalmanın, annesiz yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi anlayacağı elem dolu ömrünün kapısına adım attığını nereden bilsin! Annesi öldüğünde üç yaşındadır. Vesileyi mevcudiyetinin vefatını idrak edemeyecek kadar küçük bir kız çocuğu olarak hayatını yaşamaya devam eder. Zaten kiminle birlikte ölünmüş ki! Geriden kalanların şu denî hayatı yaşayıp tüketmeden göçtükleri ne vakit görülmüş bu fani âlemde!

Ablası Zeynep'i çok sevmektedir. Zeynep ablası da küçük kardeşi Halise'yi çok sevip, gözü gibi korumaktadır. Bir gün diğer ablası Yeter ile çeşmede oynarken nasıl olmuşsa gözlerinden rahatsızlık başlar. Gözlerinin içi ve göz kapağının üstü bembeyaz olur. Devrin diplomasız doktorlarına müracaat etmekten başka bir şey gelmez elden. Babası da işi ciddiye almaz tıpkı anası Elif'te olduğu gibi... Dalakçı ‘da yaşayan ve her türlü hastalıktan anlayan yaşlı bir kadına götürür babaları... Kadın güngörmüş bir ocaktır aynı zamanda. Böyle hastalıklarda bir nevi ihtisas sahibidir. "Arpacık olmuş" der ve göz kapağını ters çevirerek küp şeker ile beyaz kısmı kanatır; önceden hazırladığı sıcak kuymağı gözlerinin beyazına ve göz kapağının altına sürer ;" Sakın gözlerinizi üfelemeyin(ovalamayın) yoksa gözünüz kör olur !" diyerek sıkı sıkıya da tembihler...

Ablası Yeter, ebe kadının tavsiyesine milimi milimine uyar; Halise ise gözündeki kaşıntıya dayanamaz. Var gücüyle gözlerini üfelemeye başlar sonra da kaşır; sonuç çok üzücü ve bütün hayatını etkileyecek kadar büyüktür. Artık dünyayı baş gözüyle görme imkânı yoktur. Tabii yine herhangi bir doktora götürme ihtimali denenmeden... Küçük Halise göremediği dünyayı gönlüyle ve elleriyle dokunarak anlamlandırmaya başlar. Bir defa elini tuttuğu kişiyi artık bir daha dokunduğunda hemen bilir hale gelir...

Zaman içerisinde görmeyen gözüne mezara kadar taşıyacağı başka bir illet daha eşlik eder. Ablalarıyla köy çeşmesinin havuzunda/hatılında oynarken aniden havuzun içine düşer ve omurgası kırılır. Mahrumiyetin ve yokluğun gökten dolu gibi yağdığı 40’lı yıllarda doktora götürmek mi! Kendi kaderine terk edilir küçük Halise. Belinde kırılan omurga tedavi edilmediği için yanlış kaynar. Omurgası yumruk büyüklüğünde bir kambura dönüşür sırtında... Bu topaklaşma büyümesini yavaşlattığı gibi yürümesini de etkiler. Yıllar geçtikçe yaşıtlarının yanında çocuk gibi kalır... Bir daha büyüyemez...

Ablaları birer birer evlenip yuva kurarlar; kimisi Dalakçı ’ya, kimisi K.Burunağıl'a, kimisi de Geycek Köyü'ne gelin gider... Ablalarının varlığıyla avunduğu, mutlu olduğu o güzel günler bir daha dönmemek üzere mazide kalmıştır... Küçük Halise baba evinde, kapkaranlık dünyasında sadece babasının ve analığının sesini duymakla yetinir. Kime dertlensin, kime ağlasın, kime şikayet etsin; intizarı ve şekvası içindeki karanlık alemi aşıp dış dünyaya ulaşmaz, ulaşamaz..

Her ne kadar dış dünyaya karşı güler gibi dursa da iç âleminde kopan fırtınaların haddi hesabı yoktur. Dört beş yaşında son kez gördüğü gökyüzü, dağlar, ağaçlar, insanlar hayvanlar... Hâsılı her şey belleğinde silinmez izler bırakır. Hayatının geri kalanını bu şekilde geçireceğini- zor da olsa- kabullenir... Babasının tatlı sözleriyle yumuşayan ve huzur dolan gönlü, analığının babasından habersiz "Ne duruyon kör soyha! Yardım etsene!" azarlamalarıyla herc û merc olur.

1960'larda Küçük Köpekli köyü bir yandan sürekli çevre köylere gelin verirken bir yandan da Mucur ve Kırşehir'e göç vermektedir... Gün geçtikçe köyün nüfusu azalır. Anadolu köylerinin 1960'da başlayan köyden şehre göç hikâyesi 1970 ve 1980'lerde de devam ederek köyler zamanla boşalacaktır... Küçük Köpekli köyünün kaderi de tarihin bu akışından nasibini alır. Babası Topçu Mehmet köyde ne var ne yok hepsini ucuz- pahalı demez satar Kırşehir'e göçer... Ancak şehir hayatı onlara göre değildir. İki, üç yıl tahammül eder bu gurbet yalnızlığına. Kızları Zekiye ve Döndü ‘nün yaşadığı Mucur'a taşınır. "En azından eş-dost var burada." diyerek Mucur'a temelli yerleşir. Damadının mülhakında hanımı ve bahtsız Halise ile uzun süre kalır...

Çoğu münakaşa ve intizarla geçen yıllar birbirini kovalar. Küçük Halise zaman zaman ablası Zeynep'in köyüne gidip orada kalmayı çok sevmektedir. Abisi Cevdet'in kayınvalidesiyle de iyi anlaştığı için sık sık orada da vakit geçirir...1899 tevellütlü babasında çeşitli arazlar zuhur eder. Halise’nin de ara-sıra nükseden mide rahatsızlığı geçmek bilmeyen acıya dönüşünce Kırşehir’deki hastaneye götürür babası... Basra harap olduktan sonra ne fayda..."Mide rahatsızlığı kansere tahavvül etmiş" der doktor. "Yapacak bir şey kalmamış!".

Babasının rahatsızlığı da günden güne ziyadeleşir. Sanki ikisinin hastalığı yarış halindedir. Babası ölünce analığı Necmiye ile kalmaya devam eder ancak aralarında süregelen münakaşalardan dolayı daha fazla analık dırdırı çekemez.  diyerek anasıyla ana Bir kardeş olan  Osman dayısının yanına gider...Orada bir müddet kalır ama orada da ne bedeni ne de gönlü huzur bulur...Ah mecburiyet ,sen nelere sebepsin bu cihanda..O esnada analık Necmiye 20 gün sonra  oğlu Ali tarafından Kırşehir'e götürülmüştür .

Halise tekrar Mucur'daki Döndü ablasının evinin mülhakındaki küçük evde kalır kısa bir süre lakin midesindeki şikâyetleri iyice artar. Neticesi belli olsa da bir kez daha Kırşehir Hastanesi'ne götürülür. Yapılan tetkiklerin neticesi müspet çıkmaz; eski teşhis doğrudur.  İlerlemiş mide kanseri teşhisiyle tedavi görür  fakat şifa bulamayacağı belli olduğu için doktorun önerisiyle ecelini beklemek üzere eve götürülür..

Bu defa Küçük Burunağıl köyündeki Zeynep ablasının yanına gitme arzusunu açıktan belirtir: "Diğer ablalarımın yanına gitmek istemem: Kiminin evi dar, kiminin kaynanası ve kayınbabası var. En uygunu ablam Zeynep! “Halise oldum olası açık sözlülüğüyle bilindiği için herkes tasdik eder bu kararı.

Küçük Köpekli köyünde başlayan çileli hayatı Küçük Burunağıl köyünde nihayete erdiğinde daha 37 yaşındadır.... 1979 yılında babasının vefat etmesinin üzerinden iki ay geçmeden acılar, elemler, ıstıraplar, mahrumiyetler, sakatlıklar, hastalıklar ve mahzuniyet ile geçen 37 yıldır ruhunu taşıyan bedeni daha fazla dayanamaz.

Muradı ahirete kalan nice insanların arasına karışır... Kim bilir; gözleriyle görmediği dünyaya gözlerini kapattığından beri yemyeşil Cennet bahçelerinde koşup oynamaktadır... Kendisinden önce ahirete intihal eyleyen ablalarıyla. Kim bilir...

Beş altı yaşında anasız kaldı

Gözlerinde beyaz  aktı  Halise.

Çeşmeden düşüp belini kırdı

Küçük iken sakat oldu Halise...

Eller gibi çoluk çocuk görmemiş

Kaderden tarafı bahtı gülmemiş

Bir gün nazar edip gönül vermemiş

Muradını alamamış Halise...

Kapalı gözleri dünya karanlık

Kapılar sürgülü pencere açık

Her şeyi suç sayan cahil analık

Boynu bükük naçar kalmış Halise.

Ömrünün baharı geçmiş acele

Nice kelam kar etmiyor ecele

Azrail habersiz gece gelince

Burnağıl'da kabre girmiş Halise...