Öyleyse ya istiklal ya ölüm” özdeğişi ile Nisan ayının son haftasında yazmaya başladığım yazı dizimizi bitirirken emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu’nun Çöküş mü, Çıkış mı kitabında yer verdiği Rahmi Apak’ın “Yetmişlik Bir Subayın Anıları”kitabından alıntı yaptığı Osmanlı Devletinin çöküşü’nün cehalet olduğunu vurguladığı ve bugüne kadar pek bilinmeyen bu anılarını bir kısmını geçen hafta yazmıştım Bugün de Rahmi Apak’ın anılarına yazmaya devam edeceğim.
Rahmi Apak, İkinci Abdülhamit döneminde, Balkan ve Kurtuluş Savaşı’nda görev yapan bir subaydır. “Yetmişlik Bir Subayın Anıları” adlı kitabında, Balkan Savaşı sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor
Türk polisi, bir yabancı vapura karasularımızda bile giremezdi. İstanbul’dan kaçmak isteyenler, bir cani bile olsa, bir yabancı vapura kapağı attığında hükümet bunu vapurdan alamazdı… Beyoğlu’nda dükkan ve mağazaların tabelaları Fransızca idi. İşte, kendi öz yurdumuzda gördüğümüz bu aşağılık manzara yüreğimizi yakıyordu. Hayret edilmesin, Sultan Abdülhamit devletin başında kaldığı sürece elektriği ve otomobili ( günah diye) memlekete sokmadı.Telefonu da sokmadı, uzaklardan iç düşmanları birbirleri ile gizlice konuşup ta kumpas kurmasınlar diye (Burada yeri gelmişken bir anekdota yer vereyim. Padişah Abdülaziz’e İngiliz kraliçesi tarafından bir kilisenin onarımında ve yapımında yardımcı olduğu için bir otomobil hediye edilir. Bu otomobil İstanbul sokaklarından giderken halk, şeytanın arabası geliyor diye kaçar ve sokakları boşaltırlarmış. Padişah, nihayet bu otomobili Sarayburnundan denize attırmış. Yine Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislam din ulemaların para kazanmalarına engel olacak diye matbaayı yasaklamıştır. Bu yüzden matbaanın Osmanlı Devleti’ne 300 yıla yakın geç gelmesi de halkın cehalet içinde yaşamalarına katkı sağlamış Yapılan veya yapılacak yenilikler de yine bunlar tarafından gevur icadı günah diye engel olmuşlar. Tabii bu zaman zarfında batı yapılan icat ve yeniliklerle teknolojilerini geliştirmiştir. Batı teknolojide ilerlerken bu yüzyıllarda Osmanlı’da cehalet içinde yüzmeye devam etmiştir.1923 yılında yapılan nüfus sayımında ülkenin nüfusu 13 milyon, Okuma yazma oranı ise yüzde beş, bu oranın yarıdan çoğu Ermeni, Rum, Yahudi gibi azınlıklara ait Atatürk’ün 1928 yılında Latin alfabesine geçmesinden sonra okuma yazma oranı hızla artmış 1936 yılında bu oran yüzde yirmi altıya çıkmış. Hani bazı siyasetçilerimizin dediği gibi yattık kalktık cahil uyandık diye bir şey yok. Sözün kısası, ülkedeki cahilliğin Latin alfabesine geçmesi ile ilgisi olmadığı, tek sebebin Arap alfebesinin Allahın kelamı diyerek okullarda öğretilmeye çalışılmasıdır. Medreselerde Arap alfabesi ile eğitim-öğretim gören ve bu okullardan mezun olan öğrenciler bırak arapça konuşmayı yazmayı bile beceremekte idiler )
Rahmi Apak, kitabının başka bir bölümünde şunları yazmıştı: İslam dininin önderleri olan ulema sınıfı ki, bunlara hoca denilirdi, medrese denilen camilerin bir köşesine eklenmiş olan taş, havasız okullardan yetişirdi. Bunların genel bilgileri hiç yoktu. Din ilmini Arap dili ile öğrenmeye çalışırlardı. 2o Yıl medresede Arapça okudukları halde bir kelime Arapça konuşamazlardı. Bunlar askerlik görevinden kaçmak için medreseye giderlerdi. Softalar askerlik yapmazdı. Halk, Bayram fitre paralarını bunlara verirdi. 1907 yılında , İstanbul’dan Selanik’e gidecek olan bir vapurda 300 kadar softa ile tatil nedeniyle memleketlerine giden 150 kadar Herp Okulu öğrencisi vardı… Askeri öğrencilerin bazıları ile softalar arasında kavga çıkar… Gemi kaptanı, Dedeağaç’a gelince yardım ister. Olay telgrafla padişaha bildirilir. Padişahtan emir gelir, asıl suçlu oal saftalara dokunulmaz, fakat kavgaya giren girmeyen tüm Harp okulu öğrencileri vapurdan çıkartılıp, Dedeağaç’ta gözaltına alınırlar. Bu softalar, İstiklal Savaşı’nda kötü rol oynadı. Çünkü softalar geri ve pozitif (ispatlanmış) bilim düşmanıydı… Bu dönemde, medrese Harp Okulu’na üstün kılınmıştı. Medresenin, Harp okulu’ndan, üniversitelerden, akıl ve bilimden üstün tutulduğu bu dönem Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlıyordu.
Osmanlı döneminde, 2. Abdülhamit devrinde doğmadan üsteğmen olunurdu. Rahmi Apak, bu konuda şöyle yazmış: Harp Okulu’na bağlı bir de soylu sınıf vardı. Bunlar büyük paşaların oğulları olup hemen hepsinin rütbeleri vardı. Daha anasının karnında kendisine üsteğmen, sünnet oldukları zaman yüzbaşı ve Harp Okuluna girince de binbaşılık rütbesi verilmişti. Ramazan günlerinde camilerde verilen vaizlerde… ‘Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Allah yolunda kavga ediniz’ gibi sözler hepimizin ezberinde idi. Cehennemden kendimizi kurtarmak için savaş meydanlarında can vermekten başka çare yoktu. Bu sayede günahlı analarımızı ve babalarımızı, sevdiklerimizden 70 kişiyi de cennete sokmak imtiyazını kazanmış olacaktık. 26 tefrika halinde yayınladığımız Atatürk ve Kurtuluşun başlangıcı konulu yazılarımız bitti. Haftaya “Atatürk’ün liderlik özelliği” konulu yazılarımıza devam edeceğim.