Öyleyse ya istiklal ya ölüm” özdeğişi ile Nisan ayının son haftasında yazmaya başladığım yazı dizimizi bitirirken emekli Tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu’nun Çöküş mü, Çıkış mı kitabında yer verdiği Rahmi Apak’ın “Yetmişlik Bir Subayın Anıları”kitabından alıntı yaptığı Osmanlı Devletinin çöküşü’nün cehalet olduğunu vurguladığı ve bugüne kadar pek bilinmeyen bu anılarını da siz okuyucularımın dikkatine sunmak istiyorum.
Rahmi Apak, İkinci Abdülhamit döneminde, Balkan ve Kurtuluş Savaşı’nda görev yapan bir subaydır. “Yetmişlik Bir Subayın Anıları” adlı kitabında, Balkan Savaşı sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor: “… Bir yerde, küçük bir sırt üstünde yedi sekiz subayın daire şeklinde bir şeyler yaptıklarını gördüm. Hayvandan inerek onların yanına sokulduk. Subaylardan birisi Kuran’ı ortasından bir iple bağlamış, bu ipe bir anahtar geçirmiş, mukaddes kitabı çeviriyor sonra bakıyor. Yedi sekiz defa bükülmüş olan ip dolayısıyla bu defa geriye dönen ve sonra sağa sola ufak hareketler yapan Kuran, nihayet kuzey istikametinde durunca kitabı çeviren subay: İşte, kitabın gösterdiği istikamet, bizim için hayırlı olacak istikaqmet burası, yani Loşka istikameti. Cavit Paşa’nın bulunduğu ye’ dedi. Meğerse bu subaylar yarım saatten beri hangi istkamete gidilmesi gerektiğini tartışıyormış… Loşna’da Cavit Paşa’ya katılacak olurlarsa Sırplara teslim olacaklarını ve Sırpların ise, Türk Askerine iyi davrandıklarını; halbuki Ordu Oomutanı’nın emri gereğince Fiyeri’ye gidecek olurlarsa Yunanlıların Türk esirlerini öldürdüklerini tartışıp durmuşlar. Kuran falına başvurmaya karar verilmiş. Sonuçta bu gruptan beş subay Kuran falının gösterdiği istikamette (Ordu Komutan’nın emrinin tersine) yola çıktılar, diğer iki subay da ordunun talimatına göre Fiyeri’ye gitmek üzere bize katıldılar…Çok şükür ne Yunanlılar ne de Sırplılar, Türk Ordusu’nun sığındığı bölgeye ilerleyemediler…
İşte ordu komutanının emirlerini savaşta bile yok sayan bu zihniyet Balkan Faciyasını ve Osmanlı Devleti’nin sonunu böyle hazırladı. Orduda savaş kuralları ve harp sanatını yerini dini hükümlerin alması sonucu, Balkanlar elden çıkmış ve 600 yıllık Osmanlı Devleti yok olmuştu.
Rahmi Apak’ın Osmanlı Dönemi’ni yansıtan diğer bir anısı: “Biz öğrenim gördüğümüz yıllarda, Padişah Sultan Hamit, memlekette tam bir diktatör durumunda idi. Daha önce Sultan Abdülaziz’in tahtan indiği saltanat darbesinde, Harp Okulu da rol aldığından, Harp Okulunu sıkı kontrol altında bulundururdu. Mesela; öğrencilerin ellerine verlen silahlar; mekanizmaları (atış yapacak parçalar) sökülmüş ve süngüsüz Marti Hanri tüfekleridir. Halbuki o zaman, Türk Ordusu Almanya’dan satın alınmış mavzer silahları ile donatılmıştı. Öğrenciler tüfeklerinin cephanenin yüzünü bile görmezler. Tek bir mermi atmazlar, atış eğitimleri yapılmaz ve böylece bir tüfeğin nasıl patladığını hiç işitmeden, kıtalara askeri yetiştirmek ve gerektiğinde düşmanla savaşmak üzere gönderilirler…”
Her gün beş vakit namaz kılmak zorunlu olduğundan, namaz kılmak için aptes almakta gerektiğinden, birçok öğrenci aptessiz olarak camide yatıp kalkardı. Her akşam yoklama yapılır, borazanın ti… şareti ile üç bin kişi bir ağızdan ‘Padişahım çok yaşaaa’ diye bağırsa da bazıları ‘Padişahım başaşaaa’ diye haykırmayı ihmal etmezlerdi. Ve fazla gürültü arasında bu türlü bağırış belli olmazdı. Ders programında manevi destek verecek bir şey yoktu. Hatta Harp Tarihi bile okutulmazdı. Vatan , millet sözlerini söylemek yasaktı. Herkes Müslüman idi, Türklük bile dile getirilmezdi. Okul idaresinin dağıttığı Fransızca- Türçe sözlükte, ‘patrie’ sözcüğünün karşılığı olan ‘vatan’ sözünün yazılmış olduğu saraya Jürnal edilmiş ve bu sözlük toplanarak kaldırılmıştı. Padişahtan söz edilirken, Tanrını yeryündeki gölgesi, Müslümanların Emiri ve Halifesi, Osmanlıların Padişahı’ denirdi. Devam edecek